Kadın şair / şair kadın: Anlatılanın dile gelmesi

 



 yasakmeyve, no. 15, Temmuz-Ağustos 2005.

Anlatılanın dile gelmesi



"Şair Kadının Dille Kurduğu İlişki" üst başlığı altında şu dört soru iletildi bana:


  • Şair kadının ayrı bir dili var mı?

  • Türkiye şiirine dil olarak bir katkısı oluyor mu?

  • Şair kadında anlaşılır olma yahut anlaşılamama kaygısının dile yansıması

  • Özellikle 90'ların ikinci yarısından günümüze şair kadınların 'ortak dili'?


Sorulardaki söylem üstüne akıl yürütmek konuya ısınmak açısından yararlı olabilir.

Soruların dikkat çeken özelliklerinden biri, alıştığımız üzere ‘kadın şair’ değil de, "şair kadın" denmiş olması: Odağın şairden kadına kaydırılmak istendiğini düşündüren bir anlatım farklılaşması bu. ‘Kadın şair’ adlandırması ile "şair kadın" adlandırmasından birine yanlış diğerine doğru diyemeyiz; burada da öyle bir kasıt olduğunu sanmıyorum. Düşünsel amacımıza, öne çıkarmak niyetinde olduğumuz boyuta göre birini ya da diğerini seçebileceğimiz iki geçerli adlandırma söz konusu.

Soruların dikkat çeken özelliklerinden ikincisi, “şair kadın” kavramının tekil kullanılmış olması. Çoğul içerikli (topluluk anlatan) bir tekil elbette bu; ancak, şair kadınlar topluluğunun oluşturduğu tekillik belirli açılardan yanıltıcı olma tehlikesi taşıyor. "Şair kadının ayrı bir dili var mı?" sorusu daha ilk elde aynı ulamdan bir soru sorma gereğini duyuruyor: Ayrı bir dili olmayan, şair sayılabilir mi?

Belki de, sorudaki "ayrı bir dil" sözünden kasıt, şair kadınlar arasında bulunabilecek ‘benzer/ ortak dilsel özellikler’dir. Başka bir deyişle, kadın şairlerde, erkek şairlerden ayırt edilmelerini sağlayabilecek ortak dilsel özellikler bulunup bulunmadığı soruluyordur. Durum buysa, dört sorudan ilki ile sonuncusu birleşiyor demektir. Aralarındaki tek fark, sonuncusunda zaman sınırlaması getirilip "özellikle 90'ların ikinci yarısından günümüze" denmiş olmasıdır. İki soru da, yorumum yerindeyse, şair kadınların ‘ortak dili’nden söz etmektedir.

Soruların dikkat çeken özelliklerinden üçüncüsü, "Türkiye şiiri"nin, salt yöntemsel açıdan bile olsa "şair kadın"ın dışında bir varlık gibi konumlandırılmış olması: "[Şair kadının] Türkiye şiirine dil olarak bir katkısı oluyor mu?" Soru tam olarak böyle. "Türkiye şiiri" ile "şair kadın" ayrı birer bütünlük gibi koyutlanmış oluyor bu soruyla. Dilin matematiğini uygularsak, ‘kadın’ ve ‘erkek’ olarak iki toplumsal cinsiyete bölünmüş olan verili ideolojik gerçekliğe bakarak varılabilecek sonuç şu olacak: ‘Türkiye şiiri = erkeklerin yazdığı şiir’. Salt yöntemsel açıdan bile uygun olmayan, verili ‘kadın’ ulamını yeniden üreten, giderek ikincilleştiren bir işlem. Söz konusu soru şöyle sorulabilir belki: ‘[Şair kadının] Türkiye şiirinin geriye kalanına dil olarak bir katkısı oluyor mu?’ Bu da yanıtını kendi içinde taşıyan bir soru olur.

Soruları böylece çekiştirdikten sonra yazının başına dönelim. Tüm şair kadınların ortak bir dili olduğunu sanmıyorum. En azından şimdilik, böyle bir ortaklığın olanaklı olabileceğini de sanmıyorum. Çünkü tüm şair kadınların ortak bir dili olması, verili dilin bir erkek dili olduğu, erkek egemenliğine göre kurulduğu savı kabul edildiği ölçüde, tüm şair kadınlar bu verili dilin dışında duruyor anlamına gelirdi. Bugün için durum öyle görünmüyor. Günümüz şair kadınlarının bir bölümü neredeyse bütünüyle, bir bölümü ise kısmen verili dille konuşuyor. Bütünüyle dışarıda durabilenler sayılı.

Burada ‘verili dil’den kastım, anlamlandırılabilen tüm birimleri cinsiyetçi ideolojinin sınırları içinde kalan dildir. Öznesiyle, değer yargısı taşıyan niteleyicileriyle, sesbirimleriyle. Bana kalırsa, kadın-erkek eşitliği ya da analığın yüceliği türünden izleklerin olumlandığı metinler de cinsiyetçi ideolojinin sınırları içindedir, çünkü bu izleklerin temelinde de uzlaşımsal olarak tanımlanıp değerlendirilmiş ‘kadın’ ve ‘erkek’ kategorileri yatmaktadır. Başka bir deyişle, erkek egemen denen ideoloji ya da yargılar bütünü, erkekliğin yüceltilmesi gibi doğrudan biçimlerin yanında, yüceltilen erkekliğin yücelttiği biçimiyle kadınlığı da kapsıyor. Giderek, toplumsal cinsiyetle ilgili değil gibi görünen başka pek çok kavram ve değer yargısını da. Kısacası cinsiyetçi ideolojinin damgasını taşıyan indirgemeci bir ideolojik aklı şiir biçimine sokan pek çok şair kadın var.

Şair kadınların tümünde değil ama bir bölümünde cinsiyetçi ideolojinin dışında durmak açısından bir tür dil ortaklığı sayabileceğimiz bazı özellikler bulunduğunu söyleyebiliriz. Sözgelimi, aşağıda deneyeceğim üzere, bazı şair kadınların yazdığı şiir ile bazı dişi ilktipler arasında özdeşlik ya da yakınlık kurmak olanaklı görünüyor: Çağımıza kadar gelen, neredeyse tüm kültürlerde bulunan, ama kendi sözünü bilmediğimiz, konuştuğunu duymadığımız, hep dışarıdan, başkaları tarafından anlatılmış olan, cadı, Külkedisi ya da peri gibi ilktiplerle belirli şair kadınların yazdığı şiir arasında kurulabilecek bir bağlantıdan söz ediyorum. Başka bir deyişle, bazı (bana göre büyük) kadın şairler var ki onların şiirlerini binlerce yıllık suskun kadın ilktiplerinin dile gelişi gibi okumak olanaklı. Aralarında, şimdiye değin başkalarınca anlatılmış olanın dile gelmesi gibi bir ortak özellikten söz edilebilir. Anlatılanın anlatması. Ama böyle bir okuma denemesine geçmeden önce, soruların üçüncüsüne değinmeliyim: "Şair kadında anlaşılır olma yahut anlaşılamama kaygısının dile yansıması."

Bu soru üstüne düşünürken, işlevselciliğin ağır bastığı şiirlerle bağlantı kuruyor zihnim. Verili ‘anne/ hemşire/ öğretmen/ aydınlatıcı/ devrimci/ kadın-erkek eşitliği savaşçısı’ görevselliğiyle belirlenen bir birikimle karşı karşıyayız. Yukarıda verili dille konuşan şiir derken kastettiğim büyük ölçüde budur. Somut örneklerden izleyebildiğim kadarıyla anlaşılır olma kaygısı daha çok böyle bir kadın görevleri dizisine işaret ediyor. Çoğu kez edilgen bir okur varsayan, indirgeyici bir iletme/ öğretme kaygısı. Ama burada doğrudan örneklemek istemediğim bir şiir türü bu. Belki melek dilinde izleri görülebilir. Aşağıda değineceğim örneklerde, anlaşılma kaygısından çok, anlatma/ duyumsatma kaygısından söz edebiliriz olsa olsa. Şimdiye değin yalnızca anlatılmış, üstelik erkeğin ağzından anlatılmış olan kadın ilktiplerin dile gelmeye başladığı şiirler. Şairleri böyle bir dolaysız iddiayla hareket etmeksizin elbette.(*)


Külkedisi'nin dile gelişi (Didem Madak)


Külkedisi dili: Çünkü konuşan genç kadın, annesiz, uzak kardeşli, uzak arkadaşlı. Kıyı köşe atılmış bir genç ruh. Konuşması çoğu kez (varsayılmış?) bir sevecenliğe ad takıp seslenmekten oluşuyor. Bir perinin değneği değmiş gibi sıçramalar yaratan bir söylem, hem şiirsözdeki hem şiirsözün gösterdiği eşya ve duygudaki nitelik/anlam sıçramaları, bir peri edimi kadar net ve kırılgan.

Külkedisi masalında külkedisinin kendisi konuşmaz; bir anlatıcı anlatır bize onun öyküsünü. Kendisinin ne dediğini bilmeyiz pek. Olsa olsa, baloya beni de götürseniz diye pes perdeden mırıldanmış olabilir. Bir de, kapı kapı dolaşan saray görevlileri ayakkabısını üvey kardeşlerinin ayağında denediğinde onlara ‘ben de denesem’ demiştir belki yine pes perdeden, hepsi bu. Seslendirilmiş başka sözü yoktur. Yine de biz onun kendinde ve kendisi için olduğunu sezeriz. Öykünün bir perinin yardımıyla en iyi kısmeti bulmaktan ibaret olması değildir önemli olan. Külkedisi, Didem Madak'ın şiirlerinde dile gelir, hep onu dinleriz bu kez, kendi ağzından. Olanı biteni anlatır. Bizi bir ‘onlar ermiş muradına’yla uyutmaz. Tam tersine şöyle sorar: "Neden her aşk/ Bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka."

Konuşanın Külkedisi olduğunu sezeriz hemen, adını koyamasak bile. Dünyanın loşluklarındaki konumu Külkedisi'ninkidir çünkü, tam tamına. Duyumsadıklarını, anıp anımsadıklarını o konumdan söze döker. Sık sık seslenir ama yanıt bekleyerek değil, kendi kendine konuşarak. Seslenişinin muhatabına ulaşıp ulaşmadığıyla ilgilendiğine ilişkin bir belirtiye de rastlamayız. Pollyanna'ya seslenir, ölmüş olan annesine seslenir, Kalbiye'ye seslenir, Aylâ Abla'ya seslenir, baylara seslenir, tanrıya seslenir. Erkeksi bir ünleme de rastlarız arada: "Bas ulan! Bas evimi basacaksan!" Ama bunu bir aktarma kipinde söylediği için gerçek bir ünlem değildir buradaki. Şöyledir tam olarak: "Bazen yağmura bağırıyorum: Bas ulan! Bas evimi basacaksan!" Aktarma kipi, saldırı konumuyla ilgili her tür çağrışım olasılığının önünü keser.

Tatlı dil diye bir şey varsa odur işte Didem Madak şiirindeki. İlk anda çok anlaşılır, fazlasıyla açık sözlü gibidir bu şiirler ama aynı ölçüde de ele gelmezdirler: "Her şeyi bir veba salgını gibi hatırlayarak/ Bekliyorum beklediğim neyse onu." Bu nedenle, perinin dili de diyebiliriz Didem Madak'ın diline: Belirgin bir yola çıkarır bazen bizi, orada bildik bir eski şiirle (Orhan Veli, İsmet Özel, Ülkü Tamer, Nâzım, Boris Vian, Mevlânâ) buluşturur, sonra hop, bir anda yok eder o buluşmayı, değneğini yeniden değdirmişçesine. Havalandırır ortalığı durmadan. Rutubet ve hüzün yeniden kurşun gibi çöktükçe.

Külkedisi'yse bu anlatıcı, çocukçasına benci (bencil değil) bir külkedisidir. Bol ben ve bol oyun vardır demek istiyorum bütün şiirlerinde:


"Bir tezgâhtar parçasıyım ben/ Kendime alıştım bodrum katlarında/ Geceleri yokluğum karşıladı beni..."


Ve humor: "Acıklı sözler kraliçesiyim ben/.../ Beni bir sutyen lastiği ile asın."


Didem Madak bir şiirinde "Külkedisi" de der ayrıca. Külkedisinin gerçek öyküsü onun şiirlerinden okunandır.



Cadı dili (Perihan Mağden)


Biz cadının kendi sözünü de bilmeyiz, konuştuğunu duymamışızdır bir iki yakıştırma sözcüğün ötesinde. Hep başkaları anlatıp betimlemiştir bize onu. Şimdi Perihan Mağden'in şiirlerinden önemli bir bölümünde dile gelmektedir işte, kendi parodisiyle. Önce Mutfak Kazaları, sonra Dünya İşleri adını alan kitabın yer yer koyulaşan öfkesi. Tıslar gibi uzayan sesler: "Danssss pistinde", "kaççç". Cadı görüntüleri: "Gözyaşların timsah dişlerinden", "Annenin dişleri uzayarak/ nadaslıyor bahçeyi", "Sancak direğimde ölü bir kedinin sırıtkan gözleri". Sert sessizler, sert eylemler: "Tükürür cinlerimin cümlesi", "Kaçıncı telefon rehberi yırtıp attığım", "Kamçı kuyruğumu şaklatarak"... Ve: "Jiletzehiryumruktekme".

Kitabın ortalarındaki Attilâ İlhan yumuşaklığı dışında cadı enerjisi, cadı görüntüleri, gıcırtılar, sert sesler hep ön plandadır Perihan Mağden'in şiirlerinde. Tıpkı Didem Madak'taki gibi ondaki kadın da çocukla iç içe ve haşır neşirdir. Oyuncak/nesnelerle de. "Kıskanççocukhırçın" ve "çarpım tabloları".

Bu şiirlerin anlatıcısı kendine korkutucu güçler vehmeder [Sylvia Plath çağrışışımları yaratarak]: "Sıkıysa bak gözlerime/ taşa çeviririm seni, mum gibi eritirim/ Çocukluk acıları pazılarımdır benim". Biraz sokak çocuğudur bu cadı. "Dünya İşleri" şiirinde iyiden iyiye kadınlaşır.

"Cadı" der Perihan Mağden de bu şiirlerde, hem de birkaç kez. Didem Madak gibi, anneye seslenir o da. Yüreği parçalanırcasına.



Peri dili (Gülseli İnal)


Peri, çünkü perinin çağrıştırdığı her şey: Kadın/ dişi imgesinin olabilecek en ‘temiz’, arı, ince, yüce, yer ve zaman dışı çeşitlemesi. Her zaman enginin ve değerli olanın peşinde.

Dişidir peri ama, deyim yerindeyse cinsellik dışı bir dişidir. Saf dişilik gibi bir şey; pürüzsüz. Bazı masallarda bir aşka taraf olup çocuk sahibi olsa bile uçucu somluğunu yitirmeyen bir varlıktır. Bu düzeyde bir erotizmle karşılaşırız Gülseli İnal'ın şiirlerinde de:

"Çıplak yağmuru seviyorum, bal sularını, ekşi tadını/ tenime değen acı suları, uzun ağaçların deli kollarını seviyorum."

Tarihin ve uzamın bir bütün olarak şimdiyle bir arada bulunduruluşu. Hatta tarih öncesinin ve olası tarih sonrasının da. Kadim uygarlıklara ait yer ve nesne adlarının, Lidya'ların Letoon'ların, inci ve mercanların durmadan söze karıştığı bir anlatı. Özellikle yerküresinin ataerkil zamanlarına uğramak istemeyen ya da ancak lanetlemek için uğrayan bir anlatı. İnancın en eski nesnelerinin anılmasıyla yaratılan kutsallık duygusu (kitabe anlamındaki "levha"lar gibi).

Hareketler (fiiller), perilerinki gibi sessiz ve sertliksiz. Bir erdemler alanında olup bitiyor her zaman.

Gündelik ve dünyevi olanın tam tersi her ne ise onunla tanımlayabiliriz Gülseli İnal'ın dilini. Yine de dünyevi ve tarihsel bir nitelemeye başvurarak söyleyecek olursak, uçlarına vardırılmış, bütünüyle kendine özgü bir romantizmin dilidir bu. Kartezyen boyutları reddetmiş bir dil. Hafiften yabancı.

"Peri" der, Gülseli İnal da.



Melek dili (Gülten Akın)


Melek dili, inandırıcı erdemlerin dili. Hiç konuşmamışlardan çok, yarı konuşmuşların dili: Her ne kadar melekler hakkında bilgi verilirken cinsiyetsiz olduklarından dem vurulursa da, özel birer ad verilmiş olanların erkek, adı olmayan melek kitlesinin ve simgesinin ise dişi olduğunu biliriz. Tüm dünya kültürlerinde de böyle bilinir. Örneğin, Batı kültüründe altın saçlı uzun elbiseli kadınlar olarak resmedilegelmiştir melekler. Kanatlarına karşın periler kadar uçuşkan değildir onlar, tüm özellikleri düşünüldüğünde insanlara daha çok benzerler. Yine de, simge olarak melek, insan olamayacak kadar erdemlidir. Melekliğin birincil çağrışımı erdemliliktir.

Bu erdemler genellikle toplumca tanımlanmış olanların en seçilmişleridir. Yine de ucu açık bir özellikler dizisidir söz konusu olan. Gülten Akın, "kara saçlarım" deme cesaretini gösteren şair kadın, böylelikle kendini altın saçlı meleğin negatifi olarak betimlemek yoluyla gerçekte dolaysız bir biçimde kadını, daha doğrusu dişiyi, hiç konuşmamış olanın ta kendisini dile getirmiştir. Ama bunu "Kestim Kara Saçlarımı" diye bildirerek yaptığından, aynı zamanda hem bir vazgeçmenin, hem de bir biçimlenmenin işaretini vermiştir. Melek olmayan kadın ya da bir Rapunzel olarak kendi varlığını kendi ağzıyla duyurmuş ama aynı zamanda o olmanın simgesinden vazgeçmiş, modern bir saç biçimini seçme bildiriminde bulunmuştur. Modern kadın olarak özgürleşme isteği okunabilir bu müthiş sözden belki. Ama bir vazgeçme sıkıntısı da sezilir. Onun şiiri sürekli bir seçim haliyle belirlenir: Erdemler dünyası yönünde yapılan seçimler dizisiyle. Böylece anadili, melek dilidir onun, yani erdemlerin dili. İmgedeki gibi değil, kesilmiş kara saçlarıyla bir kadın olarak melek.

Diyor ki Gülten Akın, "şairin, kadın ya da erkek oluşu, şair oluşundan sonra gelir" (Şiir Üzerine Notlar, s. 172). Diyorum size. O melek.

Gülten Akın'ın 42 Günün Şiirleri’nden çoğundaki, sözgelimi "Hey Koca Basın" adlı düzyazısal şiirindeki ‘biz’ adılı daha pek çok anne gibi benim melek annemi de içeriyor. Yaşlandıkça kendi sözüne yaklaşmış olan annemi.



Modern meczube (Lâle Müldür)


Meczube, bütün çağlarda ve bütün toplumlarda hep konuşmuş olan belki de tek kadın ilktipidir. Tekinsiz sayılıp hem korkulu hem saygılı davranılmıştır onlara. Sözlerine tanrısal bir yanı olabilir diye kulak verilmiştir. Başkaları, meczubeleri anlatmak ya da meczubelerin yerine konuşmaktansa, bazen başka dillerde olmak üzere kendileri onların ağzından dile gelmenin yolunu bulmuşlardır. Bu nedenle olmalı, Lâle Müldür'ün şiirlerindeki dil, gaipten ses veren deneyimli bir konuşucunun yetkinliğini taşır. Ses verdiği gaip, modern kapitalizmin kültür kurumlarında uçuşan ya da parça bölük derinliklerinde gezen sözleri de içerir. Lâle Müldür'ün dilini yukarıdaki şairlerinkinden ayıran, hiç konuşmayanın dile gelmesi değil, hep konuşmuş olanın böyle dile gelmesidir.



Söze kıyamayan dil (Meltem Ahıska) ve Ba dili (Birhan Keskin)


Şair kadınlar, ilktiplerin dile gelmesi olarak okunabilecek şiirlerin dışında da dil yaratmaya giriştiler. Burada tümüne elim ermeksizin, Meltem Ahıska'nın söze kıyamayan kıvrımlı diline ve Birhan Keskin'in Ba diline dikkat çekeyim. Ba dili, sözün boş bırakılmış bir alanında boy gösterdi. Sözü birbirinin ağzından alan bir itişkakışla çokseslileşmeyi ortaya koyar gibi. Sonra sesler, "monopoz, monogam, monolog" arasından duyuldu.



---------------------

(*) Şiirle doğrudan ilgili olmasa da, kadın dilini bir bölümüyle Filiz Bingölçe'nin Kadın Argosu Sözlüğü’nde bulduğumuzu kaydetmeden geçmeyeyim. Kadınların bu gizli dili, erkeğe ait egemenlik alanının bir tür panzehiri belki. Kadın varoluşunun cinsiyetçi toplum karşısındaki dolaysız direnç noktalarından biri. Biri de ağıtlar olabilir. Sözcüklerinden çok, tonuyla anlam taşıyan ağıtlar.


1