Tanıklık (Roboski)

Tanıklık


 [5-7 Ocak 2012 tarihli notlarım./ Olayın sıcağında “Roboski” adı henüz yerleşmemişti. “Uludere” adı, haberlerde daha önce de sık sık geçtiğinden olmalı, herkese tanıdık geliyordu.]

   Uludere'nin katliama uğrayan köylerine 5 Ocak 2012 günü gittik. İstanbul'dan ve Ankara'dan, çeşitli kesimlerden gelen 35 kişilik bir gruptuk, çağrı Halkların Demokratik Kongresi'nden gelmişti, yolculukta da onlar yol gösterici oldular. Diyarbakır'da bizi karşıladılar, Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'a uğradık, orada kısa birer konuşma yaptık. Demirbaş'ın kendisi de bir tür imha politikası mağduru, bacağında yurtdışında tedavi gerektiren ağır bir hastalık var, 1 Eylül Barış mitingine gittiğimde gözlerimle görmüştüm, dizinden aşağısı simsiyahtı, iyileşme hâlâ yok, ama o ayakta durmak için bütün gücünü kullanıyor.
   Demirbaş'ın söylediklerinden notlar:
- Yılbaşında biz yaslıydık ama ülkede yas ilan edilmedi. Öldürülen 35 kişi Nişantaşı'nda olsa yılbaşı öyle mi geçerdi?
- Halklar bir arada yaşamak, bunun için acılarını ortaklaştırmak zorunda.
- Basın bu konuda büyük bir çelişki yaşıyor.
- Bir oğlum dağda, diğeri askerlik çağına geldi, annesi diyor Avrupa'ya yolla, orada okusun.
- Kadına ne zaman sıra gelecek bu erkek egemen düzende?
- Bu katliamı barış için bir çıkış noktasına dönüştürmek gerekir ama, CHP, AKP belli... Acıların ortaklaşabilmesi çok önemli...

   Diyarbakır/Amed'den minibüslerle yola çıktık. Yolumuz altı saate yakın. Engin bir coğrafya bu seyrettiğimiz: ovalar, tepeler, dağlar, Dicle... Grupta o zamana kadar tanımadığım ya da uzaktan tanıdığım insanlar vardı, onlarla yakınlaşıyoruz. Meryem Koray'la yanyana oturuyoruz, duygularımızı, gözlemlerimizi konuşuyoruz. Bu güzelim coğrafyanın, ovaların dağların ne kadar kuraklaştığını, Dicle'nin inatla ayakta duran yakın kıyıları dışında yeşillerin yok edildiğini, tek bir insan etkinliğinin göze çarpmadığını, eskiden hayvancılıkla ünlü olan bölgede altı saat yolculuk süresince yalnızca iki küçük sürüye rastladığımızı, bir barış ortamında oraların nasıl güzelleşebileceğini, neler yapılabileceğini...
   Yolumuzun üstünde önce Şırnak var. Şırnak Belediye Başkanı tutuklu olduğundan, bizi Başkan Yardımcısı karşılıyor. Hem karnımızı doyurup hem oradakilerle konuşuyoruz. Ben Başkan Yardımcısı'nın yanında oturuyorum, anlatıyor: Katliamı birkaç saat sonra (01.30'da) duymuşlar... Köylüler yaralı kurtulan komşularını Şırnak hastanesine getirmişler... Sınıra gelen köylülerin önce etraflarının tarandığı, bombardımanın bundan sonra olduğu... Parçalanmış bedenlerin nasıl toplandığı... Battaniyelerle halı sahaya taşındığı...
   Başkan Yardımcısı, haberi alınca dört kişi yola çıktıklarında anayolda arka arkaya dizilmiş otuz kadar 115 ambulansı gördüklerini söylüyor. Ambulansların niye orada beklediğini yorumlamaya çalışmışlar, anlayamamışlar. Vaktinde gidip birkaç kişi kurtarabilirlerdi, diyor... Ağır yaralı olanın çocuk yaşlarda olduğunu söylüyor, 14-15 yaşında...

   Şırnak'tan sonra yol yokuşa vuruyor, gitgide yükseliyoruz, güneş dağlardaki tablolarda birazdan yerini aya bırakacak. Uludere'yi geçip, taziyede bulunacağımız ilk köy olan Roboski'ye (Ortasu) geliyoruz. Taziye çadırları üçüncü günün sonunda kaldırıldığından, köylüler bizi meydanımsı bir yerde karşılıyor, ayakta, çepeçevre dizilmişler. Gelenek uyarınca biz de sıraya girip teker teker ellerini sıkıyoruz: Başımız sağolsun. Her yaştan köy insanları bunlar, en yoksul, en çocuksu, toprağa en yakın... Elleri de hava gibi çok soğuk ve pütürlü, yürekleri alabildiğine sıcak, "hoşgelmişsiniz" diyorlar, neredeyse minnettarlar. "Başımız sağolsun" derken sesim hep titrek, gözlerim yaşlı. Birinin eli sakat, soruyorum, mayından diyor, elin sahibi ve yanındakiler. Biraz sonra öğreniyorum: "Sınır"da katırlarla birlikte hep gelip geçtikleri yol, bir mayınlı arazinin içindedir aslında. Mayınsız "yol"un genişliği bir metre kadardır. Köyde eli kolu parçalanmışların sayısı bu yüzden yüksektir...  

   Bizim için hazırlanmış beyaz naylon sandalyelere oturuyoruz. Hepimizde bir tutukluk. Köylülere soru soracak hale gelmemiz zaman alıyor. Ağladığımı gizlemek için burkulup duruyorum, yalnızca ben ağlıyorumdur fikri oluşmuş nedense kafamda, sonradan anlıyorum ki diğer arkadaşlar da aynı durumdalar, en azından kadınlar. Üç köyün üçünde de aynı seremoni yineleniyor, el sıkışma, sonra dua. El sıkışmada yalnızca erkekler oluyor, kadınlar bunun ardından sökün ediyor, bir köşeden çocuklarla birlikte sokuluyorlar önce, sayıları gitgide artıyor, kucaklaşıyoruz, birlikte ağlıyoruz, yakınlarının bedenlerini kendi elleriyle, parça parça toplamış insanlar bunlar...
   Diğer köylere doğru, coğrafya yine yükseliyor, hava daha da soğuyor, duygularsa hep sıcak; biz ve köylüler gitgide daha yakınız birbirimize. Bunu önce Meryem Koray'ın yolda aldığı notları okuyarak yaptığı o müthiş içten konuşma sağlıyor. Çok akıllı, çok duygulu. Üçüncü köy Gülyazı'da (Bujeh) Ferhat Tunç'tan bir türkü istiyoruz, "Dai, dai" diye başlıyor ama, gözyaşı gırtlağında düğümleniyor, bırakmak zorunda kalıyor... İlkay Akkaya başlıyor ve herhalde hayat boyu unutamayacağım eşsiz bir sesle artık simsiyah olmuş karanlığı ve sanki karşıki dağları titretiyor, köy meydanı tıklım tıklım, çıt çıkarmadan dinliyoruz, tek çıtırtı, yakılan güzel kuru ot ateşinin sesi. Yasemin Göksu da orada, ne yazık ki ona zaman kalmıyor, iki milletvekili var aramızda, Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel, onlar konuşmalarını yapıyor ve o andan sonra artık herkes ayakta, omuz omuza, her birimiz yanıbaşımızdaki köylülere soruyoruz, anlatıyorlar, "kaçakçı" denmesinden duydukları rahatsızlığı, başka geçim kaynakları olmadığını, günde ortalama 50 lira kazanabildiklerini, bunun bir kısmının da "vergi"ye gittiğini, katırlarının masraflarını ve onlara pahalıya mal olduğunu, sınır ötesindeki akrabalarının tedarik ettiği mazot, sigara gibi şeyleri alıp geldiklerini, eskiden beri, devletin bu ticareti bildiğini ve göz yumduğunu anlatıyorlar, bu kez neden bombalandıklarını anlayamıyorlar ve bunun bir imha politikasının başlangıcı olmasından adamakıllı korkuyorlar. Katliam günü hastalandığı için diğerleriyle gidememiş olan biri utanırcasına belirtiyor bu durumu. Birbirlerini tanıtıyorlar, bunun oğlu gitti, eve ekmek getirmeye çalışıyordu, bunun abisi gitti, on yedi yaşındaydı, kardeşine ameliyat parası topluyordu, bir erkek çocuk, on iki on üç yaşlarında, kimsesi kalmamış, bunun iki yakını birden gitti, eve bakacak kimse kalmadı... Hepsine sarılıyoruz, yapabildiğimiz tek şey bu: Duyguları paylaşmak, bilgi almak, onların sözcüsü olma sözü vermek. İletmemizi oybirliğiyle istedikleri talep, sorumluların mutlaka bulunup açıklanması ve cezalandırılması. Birkaçı, kamu önünde özür dilenmesini de istiyor. Bize tazminat diye gelmesinler, biz huzur içinde yaşamak istiyoruz diyorlar.
   Gencecik kadın öğretmenleri var köylerin, hepsi geliyor, hepsinin duyguları bizimle aynı. Öğrencilerini bağırlarına basıyorlar, izlenimlerimizi doğruluyorlar.
   Bir ara, meydanda oluşan forum kalabalığının ortasında birinin yüksek sesle söz aldığını fark ediyorum, özürden söz eden biri konuşuyor ama, özür dileyen kendisi. Yanımdaki köylüler bunun Beşir Atalay'ı konuk eden korucu olduğunu söylüyorlar. Korucu, Atalay gelince gazetecilere "Türk milletinin başı sağolsun" demiş. Gazetelerden, Beşir Atalay'ın oradaki tüm vatandaşları ziyaret ettik dediğini okumuştuk önce, doğru değil diyor köylüler, evi köylerden biraz uzak olan bu korucunun evine gitmiş yalnızca. Köylülerin yüzlerinde, vahim bir hata işlemiş kişiye duyulan acımanın ifadesi...
   Ve çocuklar, ortalığın dinamik kesimi. Sonlara doğru, büyüklerden oluşan kalabalığın hemen arkasından arada bir sesleri geliyor: Slogan atıyorlar. Yaşları yedi sekizden on on beşe kadar. Gecenin karanlığında, yakın dağ tepelerindeki ışıklarıyla varlıklarını duyuran askerî üslere "uzay gemileri" diyor çocuklar, projektörleriyle çok yüksekte, rengârenk ışıklar bunlar...
   Son ziyaret, köyün yamaçlarındaki mezarlığa. Oraya minibüs için yol yok, karanlıkta, el fenerleriyle tırmanıyoruz. Taşlı topraklı, biraz karlı bir yokuş. Köylüler de bizimle geliyor. Mezarlar irili ufaklı, uç uca, yan yana. Çiçekli, kalemli, defterli. Biz de çiçek bırakıyoruz...
   Dönüş: O gün eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un tutuklandığını gece Diyarbakır'da televizyondan öğreniyoruz. Yorumlarımız aynı: Zamanlama manidar. İstanbul'a dönüşte dağılmadan ilk iş olarak basın toplantımızı yapıyoruz. Tanıklıklarımızı anlatıyoruz, kürsüde yedi kadınız ve birlikte gittiğimiz 35 arkadaştan çoğu salonda hazır. Sema Solaklı, "kaçakçı" denenlerin gerçekte birer kaçak işçi olduğunu söylüyor. Çok haklı. Olsa olsa kaçak işçilik denebilir bu insanların yaptığına.

   Uludere olayı bütün bir Kürt sorununun özeti gibi. Bütün boyutlarıyla: Devletin kıskacı, halkın yoksulluğu ve can pazarı. Ve inkâr ve imha. Uludere bu savaşın gerçek yüzüdür. Ölen, sakatlanan, ruh sağlığını yitiren herkes, aynı ayrımcı politikanın kurbanı. Barış çabası Uludere'den sonra daha da değerli.
#uludereyiunutma