Kimlik

["Kuram" dergisi, No.2, Mayıs 1993]
                                     Kimlik
Adlandırmanın, düşünmede önemli araçlardan biri olduğu söylenir. Sözcükler, özneleri, nesneleri, edimleri, olayları, olguları, durumları adlandırır. Adlandırma, bir tür soyutlama olan dile getirmenin başlangıcıdır.
Adlandırmanın, bir sınırlama, kodlama oluşuyla, düşünmeye ve düşgücüne sınır koyduğu da söylenir. Çünkü soyutlama, gerçeklikle bağlantı açısından her zaman kaymalar ve yanılsamalar içermeye elverişlidir. Adlandırmayla, bazen içi doldurulamayan, bazen de yetmeyen, içine sığılamayan kalıplar elde edilir. Yerleşik kalıplar, gerçekte sürekli olarak, evrimci ve devrimci yollardan yenilenir, ekleme ve çıkarmalar olur; her yerin ve her zamanın kendi yerleşikleri, eskimişleri ve yenileri vardır.
Aralarında seçim yapılacak olsa, zaman içerme yetileri bakımından, fiilleri yeğlerdim. En az sevilesi –en çok kodlayıcı, en tutucu- olan adlandırma biçimleri ise adlar ve sıfatlar oluyor.
Son yıllarda ortalığı, adların bir gömlek daha kapsamlısı sardı: Tanımlanmaksızın ve sorgulanmaksızın olumlanan "kimlik"ler.

(Belki bir gün sorgulama kavramı sorgulanarak olumsuzlanır; şimdilik, olası kopma noktasının beri tarafında genel kabul görüyor.)

Kimlik, adın katmerlisi, başka deyişle, bir özellikler toplamının adlandırılması.
Kavramın, "restoran kimliği"ne kadar uzanan binbir çeşitlemesinin yaratıldığına değinmekle yetinip, en yaygın biçimde ve yaşamsal önemdeki alanlarda, hem bireyler hem de topluluklar kastedilerek kullanılan "ulusal kimlik" ve "kolektif kimlik" çeşitlemeleriyle uğraşacağım.
Kimlik kavramının olumlanması, çoğu kez geçmişe özlemle birleşiyor: Kimlik erozyonundan/ aşınmasından, soysuzlaşmadan, kimliğine sahip çıkmaktan, kimliğini bulmaktan, kimliğine kavuşmaktan, kimlik bunalımından vb. söz ediliyor.

(Zamanın psikolojik boyutuna uygunluk gösteren [toplumsal] ilerleme kavramının sorgulanması, farkında olunarak ya da olunmayarak, kendi tersine –geçmişe özleme- yol açabiliyor. Geçmişte -çoğu kez belirsiz bir zamanda- varolduğu sezdirilen, her durumda verili olan olumlulukların yitirilmişliğine dayalı bir söylem var. Zamanlararası hiyerarşikleştirmenin yeni bir türü mü? Sarmalın yerini çanak biçiminin alması mı? Cennet fikrinin devamı mı?)

Burası, kimlik sorulmasından, bu konuda şarkısı (Mozaik), şiiri (Kemal Özer), oyunu (Ferhan Şensoy) olacak kadar canı çıkmış bir toplum. Belki, bu anlamdaki kimliksizliğin sonuçları, özellikler toplamı anlamındaki kimliksizlikten kurtulma, kimlik kazanma eğilimlerinin nedenleri arasındadır.
Şaka ediyorum; kimlik kavramı ve bu kavram üstüne tartışmalar buralardan epey önce ABD'den başlayarak Batılıların gündemine oturmuş. Yılda dört sayı yayımlanan October dergisi, "Amerika'da, bu belirli zamanda bu belirli sorular neden ortaya atılıyor?" sorusuyla, 1992 Yaz sayısını kimlik özel sayısı yapmış.
Bildiğim kadarıyla Türkiye'de, konuyu milliyetçilik bağlamında, ayrı ve özel olarak yalnızca, kapağında 1992 yazsa bile bakmayın, 1993 yılı Ocak-Şubat ayları Birikim dergisi (Sayı 45-46) oldu.


Kim?-lik

Devrimci ideolojiler, bireycilik özelliğini burjuvaziye armağan etmekle yanlışlık yapmış oldu. "Bireyle toplum arasında diyalektik bir ilişki vardır," dedikten sonra noktayı koyup bireycilik-toplumculuk ikilisinde birinciyi düşman, ikinciyi dost olarak mutlaklaştırmanın, verdiği kötü sonuçlar bir yana, temeli de yok.
Burjuvazi bireyci değil; yalnızca belli bireylerin (girişimcilerin, sermaye sahiplerinin) bencilliğini olumluyor. Söze gelince, bireycilik nitelemesini seve seve üstüne alıyor, ama bu kavramı yalnızca girişimleri kastederek olumluyor. Çünkü burjuva ideolojisi, "tüm bireylerin eşitliği temelinde, toplum karşısında birey"i savunan bir bireyciliğe karşı. En sahip çıkılası burjuva metinlerinde bile birey kavramına yer verilmez; "Birey Hakları Evrensel Bildirgesi" yoktur. "Birey hakları" yoktur. "İnsan"la idare edilir. İnsan kavramı, topluma karşılık bireyi değil, canlı türlerinden birini ayırt etmeye yarayan bir kavramken, birey demekten kaçınmanın yolu olarak kullanılageliyor ve bu tuzağa muhalif söylem de düşüyor. Bireyci kavramıyla bencil kavramını, birbirinin yerine kullanacak ölçüde karıştıran pek çok muhalif ve devrimci var.
Anarşizmin "birey"i ise, eşitlik ve özgürlük amacına ve savına karşılık, adlardan ve kimliklerden, seçkincilikten arındırılmamış bir ideolojik yapı içinde, ertelenmiş bir birey. Böyle olmayan bir bireyciliğin, başka deyişle, toplumculuğun yeniden tanımlanırken, arındırılmış ve ertelenmemiş, eşitlikçi ve özgürlükçü bireycilik temelinde tanımlanmasını öneriyorum (ya da varsa, önerenlere katılıyorum), hem toplum projesi hem de örgütlenme projesi olarak.
Proleterlere yalnızca bir sınıfın mensupları, üstelik tüm anlamlarıyla soyutlanmış bir sınıfın mensupları muamelesi yapıldığında, kendileri de bunu kabullendiğinde, ne olduğu ortada: "Diktatörlükleri" yıkılıyor, ama kendileri ortada yoklar.

(İşçiler ve herkes, yönetmeyi değil yönetilmemeyi öğrense. Yönetmek ayıp olsa. Yönetilmek daha da ayıp olsa. Güdüm değil, eşgüdüm yoluyla ilişkide olunsa.
Bu dediklerim ütopik sabuklama olarak bir kenara atılamaz. Yönetimsiz hiçbir şey yapılamayacağına inananların gösterebildikleri tek tümcelik çözüm, daha az ütopik değil: "Sosyalizmin sorunu sağlam önderliktir."
İlle de kendi kafasıyla düşünmek, kendisi olarak (kendi seçişleriyle) hareket etmek isteyen kişi, ille de hiyerarşik bir örgütte yer almak istiyorsa, örgütün ancak tepesinde yer alabilir; tepesi dışında yer almışsa, bu durum uzun sürmeyecektir: Ya tepedekilerin seçişleriyle yaşamayı kabullenecek, ya tepeye çıkmayı başaracak, ya da ayrı bir örgüt kurup tepesine çıkacaktır. Bunların hiçbirini sevmediyse, hiyerarşik örgütlenmeden uzak durmak zorunda kalacaktır. Sürekli olarak başkalarının seçişleriyle yaşamak, gitgide seçiş (düşünme=karar verme= uygulama) yetisini, şu ya da bu düzeyde yitirmek anlamına geliyor. Bu durum, sağlam önderlik denen şeyin altının neden boş olduğunu açıklıyor olsa gerek.
Tüm bireylerin eşitlik koşullarında yer almadığı örgütlenmeler, eşitliğe doğru yol alamıyor. Amacı içermeyen her araç, amaçla olan bağı koparıyor. Her aracın gizilgücü, amaçlanan kullanımı aşıyor; çünkü araç, bugün var olandır, amaçsa henüz olmayan, ulaşılmak istenen. Aracın amaçtan kopuşu, amacı bugüne getirmediğiniz ölçüde kolaylaşıyor.)

Proletaryanın, ister siyasal olarak, isterse fiilen ortada bulunmadığı (bazen ikisinin birden olduğu) durumlarda, ulusal çelişkilerin yerini sınıf çelişkileri almıyor. Fiilen var olmayan proletarya ise, siyasal pratik içinde, bırakın sınıf savaşının öznesi olmayı, siyasal söylemin nesnesi bile olamıyor. Kapitalizmin (metalaştırmanın) azgeliştiği yerlerde, özgürlük savaşçıları katında bile ulusal kimlik davasının üstün gelmesinde böyle bir gerçekliğin rolü olduğu söylenebilir. Diğer ana etkenler, tarihsel olarak var olan etnik özelliklerin ve birikmiş çatışmaların, egemen olan ve olmak isteyen burjuvazi tarafından, milliyetçi ideoloji bağlamında sürekli olarak ve tüm aşılama araçları kullanılarak körüklenmesi.
Ulusal kimliğin olumlanması bağlamında, ulusal eşitlik, ulusal özgürlük ve ulusal onur savaşından söz ediliyor. Ulus gözü, egemen ideolojinin sunduğu göz. Bu gözle bakmayı ve bakılmayı kabul edenler, her durumda eşit ya da özgür sayılmamayı göze almışlar demektir.
Ulusal bağımsızlık savaşını, ulusal eşitlik ve özgürlük savaşını kazanmış uluslar acaba, örneğin Avrupa'da eşit, özgür, onurlu mu görülüyor? Örneğin Cezayirliler ve Vietnamlılar? Yalnızca bazıları tarafından öyle görülüyor. Kimler tarafından? Ulus gözüyle –ulusal kimliğe- bakmayan tarafından! Onlar (yani biz) her koşulda, tüm ezilenleri eşit ve onurlu görür. Özgür olmayı ise ulus olma koşuluna değil, ulusal olan da içinde, her tür ezme ve ezilme, sömürme ve sömürülme ilişkisinin ve her tür ayrımcılığın ortadan kaldırılması koşuluna bağlar.
Ulus gözüyle bakan her Alman, her Fransız, her İngiliz, işin komiği her Amerikalı vb., Türkleri de, Kürtleri de, Cezayirlileri de, Viyetnamlıları vb. de aşağı ve köle görür. İstediğiniz kurtuluş savaşını vermiş olun!
Oysa herhalde küçümsenmesi gereken, belli bir ulustan olmaktan dolayı onur duymaktır. Belli bir ulustan olmak, belli bir aileden olmaktan farklı değil: İnsan, hangi aileden olacağını kendisi seçmez. Hangi ulustan olacağını da. Doğduğunda bunlar verilidir. İnsanteki birey olarak anlamını ancak, verili toplumdan özerklik içinde kendi seçişleriyle kazanır.

(Bireycilik-toplumculuk karşıtlamasında toplumculuğun mutlaklaştırılarak olumlanmasının anlamı burada ortaya çıkıyor: Toplumun, insanteklerinden oluşmakla birlikte, insanteklerinin toplamından başka ve daha fazla bir şey olduğu söylenir. Doğruya benziyor. Bireysellik düzeyiyle doğru orantılı olarak fazlalığın atılacağı söylenebilir.
Toplum olmanın gösterdiği özelliklerden biri şu: Düşünsel sistemler, birbirinden ne derece ayrı gözükürse gözüksün, temeldeki bir ortaklık yönünde etkin oluyor; günün birinde hep birlikte, tam ters bir tarafta boşluk bırakılmış olduğu farkedildiğinde, eski zemin terk edilerek oraya doluşuluyor ve bu kez, terkedilen yerde boşluk ortaya çıkıyor. Örneğin, bilim ve bilimsel bakış uğruna savaşılırken her karşıt düşünce sistemi kendisinin en bilimsel olduğu savındadır ve topluca soluk, ilerlemenin ve bilimsel bilginin mutlaklaştırılmasında alınmıştır. Gün gelip de burada bir yanlışlık olduğu sezilince, bu kez de geride kalan bir şeyler putlaştırılmaya başlandı; birbirine karşıt düşünce sistemleri yine var, ama ortak nokta geçmişte bir ideal durum bulmak, o ideal duruma karşı işlenmiş suçlar saptamak.
Toplum, kavga halinde bile olsa ilişki içinde olanları aynı yöne gitmek zorunda bırakıyor. Adlıyor, kodluyor, hizalıyor, dayatıyor ve elbette belirliyor. Bireyin özerkliğini kabul etmiş ve içselleştirmiş bir toplum projesi yapmamak elde değil; böyle bir toplumun da sonuçta yine, tam da bu özerkliği sağlaması bakımından, belirleyici olacağı belli. Bu kopuş noktasına kadar, beri tarafla yetineceğiz.
Toplumculuk kavramı da böylece kapılınıp mutlaklaştırılmış, gerçekte tıpkı "insan" kavramı gibi kokmaz bulaşmaz bir kavram.)

Ulusların varlığı, anne ve babaların varlığı gibi, tartışılamaz. Ama bazı insanların annesi ve babası olmadığı gibi, ulus sayılmayan topluluklara mensup insanlar da var. Ulusal onursuzluk içinde sayılması gereken, uluslaşmamış topluluklar ya da ezilen ve sömürülen uluslar değil, ezenler ve sömürenlerdir. Tıpkı, onurunu yitirenin işkence gören değil, işkence yapan olması gibi. Ezen ve sömüren, onursuz bir ulusun mensubu olan birey, içinde yer aldığı ulusun bu özelliklerine ve edimlerine karşı çıkmadığı sürece, sömürüden ve büyüklenmeden doğrudan ya da dolaylı olarak pay alıyor olduğundan, onursuzluktan da payını alacaktır. Karşı çıktığı ölçüde ise onurludur; ezen ve sömüren bir ulusun mensubu olarak doğmuş olmaktan, kendi seçişi olmayan bir olgudan ötürü onursuz sayılması, tersten, yine milliyetçilik olur.
Ulusal kimliğin olumlanması, kültürel içerikli, ama siyasal bir tavır. Ulus oluşun, etnik bir temel üzerinde kapitalizmin getirdiği belli bir tarihsel toplumsal biçimlenme, bu biçimin yapıcısı ve ayakta tutucusunun ise burjuvazi olduğu söylenir. Her durumda, ulus olarak tanımlanmış topluluklarda, bu biçimleme ve tanımlamanın el ve oy birliğiyle yapılıp ayakta tutulduğu söylenemez. Topluluğu oluşturan farklı öğeler, farklı biçim ve tanımlamalar yönünde etkinlik gösterir ve farklı özellikler taşır. Sonuçta üstün gelen, ulusal özellik adı verilen damgaları vurmuş olur. Yenik düşen öğelerin özellikleri, listeye girmediği gibi, çeşitli ulusların tarihlerine de çeşitli biçimlerde yazılır. Oysa ulusal kimlik kavramı, tam tersi bir anlam içeriyor, bu nedenle de demagojik.
Ulusal kimliğin bir başka olumlanma türü, "'Ulusal kimlik', kapsadığı her şeyi özümseyen, başka kimlik biçimlerini ezen, yok eden bir şey olmamalıdır," anlayışı (bkz. Kürt Sorunu konulu, 95 imzalı metin, Cumhuriyet gazetesi, 8.8.1991). Sorulabilir: Peki, ne olmalıdır? Ulusal kimliğin müzeye kaldırılmasını önermediği belli olan bu anlayışın, kendi içinde tutarlı olmaya önem veriyorsa, ulusların kendi yazgılarını belirlemesi ilkesini savunması beklenir. Ama o da savunulmuyor. Somut duruma etkide bulunmak amacını taşıdığı belli olan bu anlayış, somut duruma ilişkin hiçbir şey söylemiyor ve bir yatıştırma söylemi olarak, dünya sömürgeci jargonunu kullanıyor. Bu jargonun temel taşlarından olan "uygar dünya", "uygar olmayan araçlar", "uygar amaçlar", "uygar çözüm", "çağdaş uygarlık" bağlamında konuşuyor. Demek ki aydın sıfatını üstlenmek, hiç değilse birazcık ayıklanmış bir pirinç sunmayı kendiliğinden sağlamıyor.
Ulusal biçim, başka bir içerikle bağdaşabilir mi? Tarih bu sorunun yanıtıyla uğraşıyor. En azından, ulusal kimliğin öne çıktığı "gecikmiş" biçimlenmeler ve ulusal kimliğin müzeye konmadığı siyasal yapıların durumu, ulusal biçimin başka bir içerikle bağdaşmadığını ortaya koyuyor.
Ulusal kimlik de içinde olmak üzere, birden çok kişiyi kapsayan kimliklere kolektif kimlik dendiğini kabul ederek, kolektif kimliğin gereksinme olup olmadığı sorusuna yanıt aramaya çalışacağım.

(Bu parantez, dile ilişkin. Arabaşlıktaki biçimle göstermeye çalıştığım gibi Türkçede "kimlik" sözcüğü, en azından "ulusal kimlik", "kolektif kimlik" vb. tamlamalarda kullanılmaya başlanmasından önce, tek kişilik; tek bir kişinin kim olduğunun ayırt edilmesine ilişkin belirli bilgilerin özeti. Söz konusu tamlamalardaki işleviyle ise birden çok kişiyi kapsayan bir anlam da yüklenebiliyor. Dildeki bu anlam ikilenmesi, ilgiye değer bir biçimde birey-toplum ikilisine denk düşüyor.
Bu ülkenin kültürüne, "identity" sözcüğünü içeren Batılı tamlamalardan çevrilerek girmiş olması olasılığı çok yüksek olan "kimlik" terimi, tamlamalardaki anlamıyla değil de tek başına alındığında, "identity" sözcüğünün "özdeşlik" [ve mantıkta, "eşitlik"] olarak çevrilen diğer karşılıklarıyla örtüşmüyor. Bu da başka bir ilginç kültürel özellik kaynağı olabilir.)

Denebilir ki en azından, insanlararası ilişkilerin artışıyla birlikte doğmuş bir kodlama (adlandırma) gereksinmesi vardı; toplumsallaşma zaten bunu içerir. Belli sınırlara, daha doğrusu nitelemelere sığdırılabilen her gruba bir kolektif kimlik yüklenip kullanıma sokulur. Grubun özellikleri ve bileşimi zaman içinde değişir, vb. Bu, toplumsal açıdan böyle. Bireysel açıdan nasıl bir gereksinmeden söz edilebilir? Birey, gördüğü toplumsal iş(ler) gereği, içinde yer aldığı ya da almadığı, soyut ya da somut türlü topluluklara birer kimlik yüklemek ya da yüklenmiş kimlikleri kullanmak gereğini duyabilir. Ama birey için, paylaşacağı bir kolektif kimlik istemenin şöyle bir anlamı da olabilir: Bireysel kimliğini güçlendirmek, tek başına yaratmadığı gücü kurumlardan almak. Nasıl olsa, bu amaçla çoğu kez özel bir çaba harcaması bile gerekmez; organik bir ilişki içinde olduğu kurumlar büyük olasılıkla zaten vardır –ailesi, okulu, çalıştığı kurum, mesleki ya da siyasal örgütü, kişisel meraklarından dolayı yer aldığı çevre, dini dolayısıyla taşıdığı özellikler, doğduğu ya da yaşadığı kent, mensubu olduğu ulus ya da etnik topluluk vb.— bunlardan yararlanması yeterlidir. Üstüne üstlük çaba harcar, hele ilgilendiği kolektif kimliğin etkileyicisi, belirleyicisi ya da yaratıcısı olma ölçüsünde güç gösterirse, başka bireylerin seçişlerini belirleme gücü, o oranda büyük olur.
İşte bir seçiş noktası. Böyle bir gücü (ya da belirlenme durumunda, güçsüzlüğü) reddetmeyi seçmek ve sürekli olarak seçmek, kolay iş olmasa gerek. Belki de, verili koşullarda tam başarı şansı yoktur: En iyi olasılıkla, kolektif kimliği reddedenler kolektif kimliğini yüklenir! Buraya koyduğum ünlemi de bir kopuş noktası olarak almak gerekiyor. Bu noktaya bir toplum projesinin başladığı yer de denebilir. Çünkü böyle bir noktada, insanlararası, ayrımcılıktan arınmış bir dayanışma kültürü hayal edilebilir.