Paradigmanın gösterdikleri

 [“Türkçe şiir, Türkçe edebiyat” tartışmaları babında eski bir yazım:

Sombahar dergisi, Kıbrıs Şiiri Özel SayısıNo. 35, Haziran 1996]

 

Paradigmanın gösterdikleri* 

   Kürtçede, güneşin doğarkenki beş ayrı konumu için beş ayrı ad, küçücük çakıldan kocaman kayaya kadar çeşitli taş büyüklükleri için ise on altı ayrı ad varmış. Sanskritçede, ay için böyle: Ayın çeşit çeşit hâlini ve insanın ayla ilişkilerini gösteren, küçük bir sözlük boyu sözcük dağarcığı.

   Zihinsel süreçler için bulunmuş en önemli yöntemlerden/ araçlardan biri olan soyutlamanın fazla kaçtığı yerde daha küçük parçalar, farklı bileşimler türetme gereği doğuyor.

   Düşünsel süreçlerin kendisi için de:

   "Eski felsefe, bütünden ve genelden söz ederdi. Modern çağda oluşturulan bilim dalları --toplumbilim, ruhbilim, dilbilim, insanbilim-- bu kalıtı paylaşmakla yetinmeyip alt bölümlere ayırdı; sonra da bunları bölünmezler biçiminde yönetti: ruhdilbilim, toplumyaşambilim. Bu kesme-yapıştırma ilkesinin üretkenliği çok yüksek."(1)

   Gerçekliğe bir miktar yaklaşma gereksinmesi, birer soyutlama olan adların çoğaltılmasını getiriyor. Son bir örnekle sadede geliyorum. Mehmet Yaşın'ın Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi'nden: Kıbrıslıtürk şiiri, Kıbrıslıtürkçesi, Kıbrıslılevanten, Kıbrıslırumcası...

   Bu çoğaltmalardan "Kıbrıslıtürk şiiri"nin kaynağı "Kıbrıs Türk şiiri" kavramı. "Türk ulus-devletinin egemen ideolojisiyle adeta görüş birliği içinde 'Türk' diye tanımlanmış..."(2) saptamasına dayanan Mehmet Yaşın, "Türk şiiri" kavramının daraltılmasını, sorgulanmadan yerleşikleşmiş olan bugünkü kapsamının ise "Türkçe şiir" kavramıyla karşılanmasını öneriyor.

   Ulus, ulusallık ve ulusalcılık sorunsalları, birincil ilgi alanı edebiyat olanların pek çoğunda, en azından dışa vurulmuş özel bir duyarlık konusu değildir. Bu sorunsallar daha çok, birincil ilgi alanı politika olanlar katında, özellikle 1960'ların sonlarından itibaren, Kürt sorunu çerçevesinde dikkat konusu olmaya başladı. Aslına bakılırsa buradaki metropol insanları, birincil ilgi alanları ne olursa olsun, Avrupa metropollerinin tersine kendilerini merkez, egemen vb. konumunda değil, kenarda, egemenlik altında, mazlum bir yapının mensupları olarak dışlaştıragelmişti. Bu duygu Türk solcularında öznel bir ulusçuluktan çok, emperyalizm gerçekliğinin algılanan bölümüne dayanıyordu.

   Türkiye'nin kendisinin de emperyalistleşmeye başlayıp başlamadığı, alt emperyalizm vb. konularda 1970'lerin ikinci yarısında başlayan tartışmalar, söz konusu duyguyu değiştirmeye yetmedi; gerçekliğin ortaya konmamış alanları, o alanların içinden (Kürt, kadın, Laz, Kıbrıslıtürk) gelen birilerini bekledi. Bilindiği gibi, ortaya koymak, bırakın çözülmüş olmayı, benimsenmekle bile hiç aynı şey değil. Özellikle bugün artık, "içeriden" olmayanlarca da gösterilen ve yılları bulmaya başlayan çabalardan sonra, mazlumluk konumunun tersine dönüşmesi ve ulusçuluğun öznelleşmesi tehlikesinden söz etmenin zamanı geldi.

   Mehmet Yaşın, edebiyatta ulusal çerçevecilik diyebileceğim sorunun ortaya koyucularından. İçeriden geliyor.

 

                                               *    *    *

   "Türkçe şiir" kavramının, "Türk şiiri" adlandırmasına dahil edilmek istemeyen ama Türkçe yazan kişileri/ toplulukları kapsayıcı bir sınıflandırma olarak bir gereksinmeyi karşılayabileceği doğrudur. Ancak, çoğaltılmaya gerek gösteriyor. Mehmet Yaşın, "Kıbrıslıtürk şiiri" gibi coğrafi-ulusal adlandırmalar önerdiği bağlamda "Kıbrıslıtürkçesi" gibi bir coğrafi-dilsel çoğaltmaya da gerek duyuyor. Tıpkı "Türk şiiri"ndeki "Türk" teriminin "Kıbrıslıtürk", "Makedonyalıtürk" (herhalde yanı sıra "Bulgaristanlıtürk", "Yunanistanlıtürk") ve belki "Türkiyelitürk" olarak çoğaltılması gibi, "Bulgaristanlıtürkçesi", "Yunanistanlıtürkçesi", "Makedonyalıtürkçesi" ve belki ayırt etmek amacıyla "Türkiyelitürkçesi" vb. çoğaltmalar gerekiyor. Bu çoğaltmaların ve gerektikçe daha başkalarının, soyutlamaya ve adlandırmaya duyulan gereksinme ölçüsünde, en azından tüm sınıflandırmalar kadar yararlı da olabileceğinden kuşkum yok. Kaldığı kadarıyla azınlıklar açısından "Türkiyelirum", "Türkiyeliyahudi", "Türkiyeliermeni" benzeri demokratik adlandırmaların yerleşmesine elverişli bir kültürel ortamın yaratılmasına da katkısı olabilir.

   Bu noktada akla bütün bu adlandırmaların nasıl becerileceği sorusu geliyor. Ufukta birer metre uzunluğunda bileşik sözcükler görünüyor. Gözümüzü ve zihnimizi genişletelim. Burası işin şakası. Ciddisi şu: Kim kimi hangi temelde adlandıracak? Bilebildiğim tek çözüm, yine, isteme çözümü: Kimden söz ediliyorsa, o kişinin/ topluluğun nasıl adlandırılmak istediği öğrenilmeye çalışılacak. Öğrenmenin yolu yoksa, ihtiyatlı bir dil seçilecek... Belki, tümünün de nasıl sınırlı ölçülerde işe yaradığı, nasıl geçici ve Mehmet Yaşın'ın kendi deyimiyle nasıl spekülatif(3)  olduğu ortaya çıkıncaya kadar.

   Dikkate alınacak öylesine çok duyarlık var ki, birini başardığınızda --adı konmuş konmamış-- bir başkasında kötü duruma düşebiliyorsunuz. Örneğin, Mehmet Yaşın "edebiyat adamı" demekte sakınca görmüyor (yakın zamanlara kadar ben de görmüyordum), bir yandan edebiyatta merkezî iktidarlara karşı çıkıp bir yandan ısrarla edebiyatta kurumlaşma talep ediyor, "Kürt azınlık" diyor, vb.

   Biraz söylenmeden edemeyeceğim. Kendi payıma, bırakın estetik anlayış meselesini, ulusal aidiyetin durmadan yeniden üretilmesinden tedirgin, ulusal "biz"leri eleştirip dururken, şimdi bunların çoğaltılmasına yandaş çıkmaktan çok hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. (Yelda'nın "Türk Solcularının Etnik Kimlik Sorunu Yoktur, Onlar Dünyalıdır"(4)  başlıklı yazısını okumuş olarak konuşuyorum.) Ancak, bir Yeni Ahlak Partisi önermiş olmakla birlikte, sömürünün, savaşların, iktidarların, cinsiyetçiliğin, ırk, din, dil, ulus ayrımcılıklarının olmadığı özgür bir toplumu doğruca savunmanın yolunu bilemediğimden, yok sosyalizm, yok feminizm, yok şuralıbilmemkim(ce) gibi akılcı aşamalar karşısında, sanırım pek çok kişi gibi, boynum kıldan ince kalıyor. Hem de bu tarz aşamaların, antitezi oldukları şeyi bağırlarından bir türlü atamadıklarını göre göre... Anarşistlerinkiler de içinde, ertelemeci olmayan toplum projesi yok.

 *    *    *

   Savaş politikanın yoğunlaşmış halidir tanımından esinlenerek şiir dilin yoğunlaşmış halidir türünden bir tanımdan mı yola çıkılıyor bilmem, şiir, ulusallık sanrısı yaratmaya en elverişli sanat. Yerleşik ulus tanımını oluşturan birkaç esas öğeden biri dil olduğuna göre. Şiir üstüne yazan kişilerden pek çoğunun sık sık ulusal içerikli sözceleri ve aynı kasıtla "şiirimiz", "şairlerimiz", "yayınevlerimiz", "eleştirmenlerimiz" vb. birinci çoğul kişi iyelik eklerini kullanması, böyle bir sanrının yaygınlığını gösteren, yorumlanmaya değer bir durum. Gerçekte, yukarıda da belirttiğim gibi bu ekler toplumun diğer tüm alanlarında da yaygın olarak kullanılıyor. Aklıma "bakanlarımız, bilim adamlarımız, futbolumuz, sanatçılarımız" vb. yüzlerce örnek üşüşüyor. Belki şiir alanındakilerin daha irkiltici olması bu alana yönelik beklentilerin yüksekliğindendir. Ulusallık çerçevesinin durmadan yeniden üretilmesini isteyen birileri için bu ulusal göndergeli eklerden iyisi zor bulunur: Sıcak duygular belirten ve yaratan bir kullanımdır.

   Belki bir aidiyet gereksinmesini, aynı zamanda da bir evrensellik, dolayısıyla estetik anlayışını yansıttığı söylenebilir. Evrensellik kavramının estetik ulam (kategori) olarak işlev gören bir çeşitlemesi var, ulusallık kavramının yok. Başka bir deyişle evrensellik, estetik planda önseldir (apriori), ulusallık değil. Ulusallığı önsel saymak, ulusçuluğun bir savıdır. Bu da bir seçiş kuşkusuz. Yeter ki bilinerek yapılsın.

   Böyle bir seçiş dışında evrenselliği başka ülkeler ya da uluslar katında eşdüzeyde --muhatap alınmak demesek bile-- tanınmak olarak anlamak, ancak edebiyat bilimi, toplumbilim (ya da edebiyat toplumbilimi) çerçevesinde olanaklı. Estetik düzlemde ise evrensellik kavramı, uluslararası değil, aynı ulus içinde de aranacak bir özellik olarak, insanlararası genelgeçerlik tanımıyla anlam taşıyor olmalıdır (genelgeçerlik kavramının mutlak bir anlamda alınmaması dileğiyle).

   Bu noktada, dilin ulusallık niteliğindeki sınırlara değinmeden geçmek istemem: Bir sözcüğün, bir sözcenin, hangi bağlamda hangi yananlamları vardır? Aynı dil içinde, coğrafyaya ve kültüre göre çok değişebiliyor. Örneğin, "ayrılık" sözcüğünün Kıbrıs'ta yarattığı çağrışım, Anadolu'da yarattığından, daha ötesi Anadolu'daki tasavvuf erbabında yarattığından farklı olacaktır. Buna karşılık dilleri farklı iki topluluk için aynı özel çağrışımı yapan dil öğeleri bulunabilir. Diyelim, nükleer belaya uğramış iki ayrı halk olarak Hiroşima halkıyla Çernobil halkı "kül" sözcüğünün kendi dillerindeki karşılığını başka herkesten farklı, ama birbirine benzer bir tepkiyle algılayabilecektir. Dolayısıyla dil (ve şiir), ulusal sıfatının akla getirdiği tutarlı bütünü hatırı sayılır ölçüde aşan yanlar içeriyor. Yabancı şiir, başka ulusların, başka dillerin şiiri değil. Birincisi, her has şiir, okuruna uzun süre, derece derece yabancıdır. İkincisi, bazı şiirler bazı okurlar için hep ve tümden yabancı kalır, okurla aynı ulustan birilerince yazılmış olsun ya da olmasın. Sonuçta şiirde ve edebiyatta ulusallık tasavvuru, mutlaklaştırılmaya elverecek ölçüde sanrıya dönüşebiliyor.(5)

   Burada söylemek istediklerimin bir kısmını geçenlerde Orhan Pamuk, roman için olmak üzere dile getiriyordu (Demokrasi gazetesi, 28 Nisan 1996):

"Türk romanı, Türkçe yazılan romandır ve bundan öte bir yere varmaz. Bu bağlamda, bir Kürt romanı ya da bir Fin romanı da olmaz. Edgar Allan Poe ile Dostoyevski birbirlerine; Tolstoy'la Proust birbirlerine çok daha yakındırlar. Kötü milliyetçiler birbirlerine benzer ama, iyi edebiyatta Rus Rusa, Fransız Fransıza benzemez. Özellikle dünya edebiyatının, yazarların bu kadar birbirlerinden etkilendiği, kendi şiddetlerini, dokularını, dünyalarının rengini başka yazarlardan etkilenerek oluşturdukları bir alemde, 'Türk romanı' çok zor."(6)

 *    *    *

   Mehmet Yaşın'ın, "ulusçuluk çağının sona erdiği"nden, "ulusal sınırlarla beraber, ulusal olan her şeyi alt-üst eden dünyadaki son gelişmeler"den(7) söz etmesinin temelinde, şiire ulusallık sipariş edilmesinden kurtulmak isteği yatıyor gibi bir izlenimim var. Günümüzde bazı ulusal yapıların çözüldüğü açıktır; ancak, çözülen, geniş anlamdaki ulusal yapılardır ve çözülme, dar anlamda ulusal yapılar doğurmaktadır. Dar anlamda ulusal yapı derken, yukarıda sözünü ettiğim o eski ve hâlâ dolaşımda olan ulus tanımına dayandırılan yapıları kastediyorum. Geniş anlamdaki ulusal yapı kavramı ise "ülke sınırları içinde" demek: Ülkede dar anlamda kaç ulus yaşıyor olursa olsun. Örneğin, Sovyetler Birliği ve Çekoslovakya resmen geniş anlamda birer ulusal yapıydı; çözüldüler ve dar anlamda ulusal yapılar ortaya çıktı. Şimdi galiba Belçika'nın başına aynı şey geliyor, vb., vb. Mehmet Yaşın'ınki gibi kültürel müdahalelerin doğurduğu sonuçlar boyutları bakımından henüz amacına ulaşmış gibi dile getirilebilecek ölçüde büyük değil. Ancak, estetik düzlem bu durumdan fazlasıyla etkileniyor olsa bile, temeli temizdir, belki de temeli temiz olan tek alandır; yalnız, ayıklama işi vardır ve zordur.

 *    *    *

   Edward W. Said, "[e]debiyat --ve başka her şey-- konusunda ilgiye değen nokta, katışıksızlığı değil, başka şeylerle ne ölçüde karışmış olduğudur"(8) diyor. Neyin ne zaman, neyle, ne ölçüde karışıp ne gibi sonuçlar verdiğini ortaya çıkarmak için binlerce matrise gerek var. Bunlardan yalnızca bir bölümü ulusal nitelikli. Karşılaştırmalı edebiyat denen disiplin için neden çağı geçti deniyor, merak edilmeli.

 

_______________

(1)   Jean-Marie Marconot, "Yazı ve Toplumsal Özne", "Kuram" kitap dizisi, No. 1 içinde.

(2)   (2)   Mehmet Yaşın, "Vatan çevresinde dolanan bir edebiyat ulus dışına çıkabilir mi?", Birikim dergisi, No. 71-72, s. 191.

(3)   (3)  Mehmet Yaşın, Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi, YKY, 1994, s. 43.

(4)  (4)   Birikim dergisi, No. 71-72, s. 102.

(5)   (5)  Estetik bağlamda gündemde olan ulusallık ve gelenek konusunda süregiden ve bana göre tıpkı bu ikisi gibi en azından sonsal olması gereken kimlik kavramını önsel sayan bir anlayış sonucu "kimlik arayışı", "kimlik bunalımı" vb. mutlakçı kavramların olumlayıcı yükle verili kabul edildiği tartışmalar açısından bakıldığında, Beşir Ayvazoğlu'nun Ötüken Neşriyat'ça yayımlanan (İstanbul, 1996) Geleneğin Direnişi adlı kitabı, ilginç bir biçimde benzer bir paradigmayla yol alıyor. Bu kitabın pek çok demokrat tanımlı yazıdan ayrıldığı noktalardan biri, Necip Fazıl'ın izinden, mutlak'ı bilerek ve açıkça yüceltmesi oluyor (s. 198, 199 vb.). Söz konusu kitabın giriş bölümünde, Ergin Yıldızoğlu'nu (Sombahar, No. 34, Mart-Nisan 1996) doğrularcasına başlıca düşünsel göndergenin T. S. Eliot'a olduğuna da dikkat çekmek istiyorum (s. 11-15).

(6)  (6)  "Kötü milliyetçiler" sözüne itiraz kaydıyla. Bence buradaki "kötü" sıfatı ve "aşırı şoven" (Hakkı Yücel; alıntılayan: Mehmet Yaşın, Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi, s. 64) ve benzeri sözcelerdeki sıfatlarda ("aşırı", "irrasyonel") birer parantez gizlidir: Niteledikleri adın kendisinin değil, nitelenmiş halinin reddedildiği parantezi. Gerçi içimden bir ses, bu üç örnekte de yazarların dil sürçmesine uğradığını, söz konusu parantezi kastetmediklerini söylüyor...

(7)  (7)  M. Yaşın, Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi, s. 63 ve 67.

(8)  (8)  Imre Salusinszky, "Edward W. Said", Criticism in Society içinde, Methuen, New York ve Londra, 1987, s. 138.