11 Kasım 2013 12 Eylül darbe döneminin Mamak Askerî Cezaevi’ndeki kadınlar koğuşunda yaşadıklarımızı daha önce arkadaşlarımızdan Pamuk Yıldız yazmıştı, Eylül 2013’te de, Özen Aşut’un “Boyun Eğmeyenler” adını verdiği “belgesel roman”ı çıktı. Kitapla ilgili notlarımı Özen’e yazayım diye oturdum, yazdıklarım mektuptan çok yazıya benzemeye başlayınca da mektubun açık mektup olmasında karar kıldım.
Sevgili Özen,
“Boyun Eğmeyenler”i yazmakla çok iyi ettin, anlattıklarını yaşamış olan bizler, Pamuk Yıldız’dan sonra sana da teşekkür borçlandık. Dolaysız tanıklıklara her zaman ihtiyaç var ve ne kadar çok kişi ne kadar çok yazarsa o kadar iyi, diğer insanlar, gelecek kuşaklar, tarihçiler ve diğer bilimciler, ama aynı zamanda bizler için, hani “ayna tutmak” dedikleri işlev açısından. Ben de sana hem teşekkür edeyim, hem de birkaç fikrimi ve eleştirilerimi ileteyim diye yazıyorum.
Romanını “belgesel” yönüyle 12 Eylül belgelerine çok değerli bir katkı niteliğinde, “roman” yönüyle ise -doğal olarak- amatörce buldum. Burada daha çok birinci yöne değineceğim. Kitabın, her belgesel gibi, yaşanmış gerçekliğe ilişkin belirli verilerin yanı sıra belirli değerlendirmeler de içeriyor. Seninle ikimizin cezaevi dönemi tam olarak örtüşmez, ben senden üç ay sonra tutuklanmış ve epey sonra (Temmuz 1984) tahliye edilmiştim. Dolayısıyla, örtüşmeyen dönemlerimizi birbirimizin anlatılarından biliyoruz. Anlattığın olguların bazılarını unutmuşum, tek tük de senin unuttuklarını ben hatırladım. Bu da bana Gülen’i hatırlattı! Şöyle:
Cezaevi sonrası, 80’lerin sonlarına doğru Ankara’da bizim davadan olan arkadaşlarla bir araya geldiğimizde, olup bitenleri kolektif olarak yazıya dökmeyi konuşmuştuk. Kimler vardı, sen de orada mıydın hatırlamıyorum, orada olduğundan emin olduğum tek arkadaşımız Gülen’di, çünkü metnin ilk halini kaleme alma işini ona vermiştik, bizler de onun yazdıklarına katkıda bulunacak, unuttuklarını hatırlatacaktık vb. Gelgelelim Gülenciğimiz hastalandı, senin kitapta da var, cezaevinde başlamıştı aslında hastalık, sonra gitgide ağırlaştı ve üstlendiği işi yapamadan bizi terk etti. Şimdi o muradımızı senin kitap gerçekleştiriyor. Okurken, bazıları fikir ayrılığından, bazıları da anlatımdan kaynaklanan farklı yorumlar doğdu bende. Daha doğrusu, var olan fikir ayrılıklarımız okurken de yer yer kendini gösterdi.
Sayfaları çevirerek, sırayla gideyim.
“Sunuş”unun son cümlesine bütün yüreğimle katılıyorum: “Onlar yalnızca insanlık idealleri içinde kendilerinin de payı olmasını istemişlerdir. Hepsi bu” diyorsun. Evet, hepsi bu, ve tıpkı Nâzım gibi. Ben şahsen, ona ne kadar layık olduğumuzu bilemem ama, kendimi bu bapta en çok Nâzım’ın çocuğu sayarım. Çünkü üniversiteye yeni başladığım sırada (1964) ufkumda belirleyici bir yenilenme olduysa bunda en büyük paylar Nâzım’ın “Yön” dergisinde yayımlanan şiirleri ile, bir kız arkadaşımın evinde bulup oracıkta bitirmeden kalkmadığım “Memleketimden İnsan Manzaraları”na aittir. Arkadaşlarımızın çoğu için geçerliydi bu şiir etkisi. “Boyun Eğmeyenler”in 106. sayfasındaki “Ve kadınlar... Güneyli kadınlarımız” sözü, çağrışımıyla gayet tanıdık!
“Prolog”unun ilk cümlesi ise şaşırttı beni: “Cezaevindeki ilk aylar, yatılı bir okula benziyordu” diyorsun: “Koşullar ağırdı ama dayanılmaz değildi. Sonra direniş günleri geldi. Olaylar bu kez herkesi zorlamaya başladı.” Ben ilk kaldığınız yerin dolaysız tanığı değilim. Ancak, kitap boyu anlatacağın o bütünü anlatmaya bu sözlerle başlaman, olup biteni hafifletici bir etkide bulunmuş gibi geldi. İkinci paragraftaki “yatakların içindeki pamuklar, yünler” sözün de öyle. Herhalde bu fasıl da benim gelişim öncesine ait, zira Mamak cezaevinde hiç pamuk ya da yün yatak görmedik, hepsi “kıtık” denen şeylerle dolu, taştan farksız şiltelerdi.
Sayfa 10’da “Evet, bu ülkede bir zamanlar insanların kişisel çıkarlarını öncelemesi ayıp sayılırdı. Emek en yüce değerdi” diyorsun. Bu ülkede değil, yalnızca bizim aramızda öyleydi! Hatta, emeğin en yüce değer olduğunu söylemek filan, komünistlik işareti sayılırdı. “Nostaljik” denen türden bir anlatım bu seninki. Bir iki yerde daha var.
“Prolog”unun sonu güzel.
Sayfa 13: “Sorgulanması gereken kapitalizmken, sosyalizm tartışılır oldu” diyorsun. Keşke öyle olsa! Gerçek bir tartışma göremiyorum ben. Reel sosyalizmi, tıpkı yıkılışı öncesindeki gibi, düşmanları karalıyor “dostları” aklıyor, hepsi o kadar. Analitik düşünce kıtlığı var.
“Cenaze” başlıklı bölümü (s. 40) herhalde ancak bir hekim yazabilirdi, senin gibi iyi bir hekim.
S. 44: “Umut, gülen gözlerle...” diye başlayan paragrafta iki mantık sorunu: 1) Ölen Umut henüz öğrenci olduğuna göre, onun hakkında Cemal Süreya’nın “Her ölüm erken ölümdür” dizesini “doğrulamak istercesine masum ve çocuksuydu yüzü” demek yersiz oluyor, çünkü onun ölümü zaten “erken”! 2) “Ölüler hep haklıdır” diyemeyiz bence. Hangi ölüler? Kime göre? Belki, kendilerine göre!
S. 45’te, roman gerçekliğine ilişkin bir nokta olarak, geride (İstanbul’da) kalan bir annenin unutulması içime dokundu. Yalnız mı kaldı kadıncağız? Yanında akrabalar mı vardı, vb. Ama romancı bunu isteyerek yapmış da olabilir elbette, “evinde ağlayanların gözyaşları”na yönelik bir örtük sorgulama gibi.
S. 61’deki son paragraf, biz kadınların kadınlık deneyimleriyle ilgili nefis bir kesit. Sonraki sayfalarda da devam ediyor. 103. sayfa ve devamında da dönülüyor aynı konuya. Ne iyi etmişsin yazmakla.
S. 72. 1 Mayıs’a “tören” demen antipatik geldi.
S. 237. “Avlu” dediğin yerin beton olduğunu eklemen gerekirdi. “Havalandırma saatleri” sözün de, saatlerce havalandırmaya çıktığımız izlenimi uyandırabilir, oysa biliyorsun günde 15 dakikayla sınırlıydı. Tabutluklara atıldığımızda da 9-15 gün boyunca sıfıra iniyordu.
S. 239. “Bir ayı aşan” dediğin açlık grevi kırk gün sürmüştür.
265. sayfada “Mamak’taki erkek tutuklular”ın açlık grevine başladığını yazmışsın, evet, galiba ilk onlar başladı ama biz kadınlar da hemen sonra başlamıştık greve, arada bir ya da iki gün vardır. Sen bunu ancak bir buçuk sayfa sonra belirtiyorsun! Oraya kadar bir haksızlığa uğramışlık duygusu uyandı bende:)
S. 307. Ah bizim ‘mücadele’ yerine “savaş” diyen, “adsız sıra neferleri”nden söz eden militarist dilimiz!
Aynı sayfada olumsuzlayıcı bir tonda söylediğin “önceliği etnik sorunlara tanımışlardı” sözü ise, değerlendirmelerinin en sorunlu olanlarından biri. Bu söz, özellikle otuz yıl süren savaşın, demokratik içerikli bir mücadelenin ve “tek boyutlu toplum” kavramının sözü edilmeksizin sarf edildiğinde, ancak bir ketlenmenin ve eski reel Marksizmimizin etkisiyle açıklanabilir bence.
S. 316’daki son paragraf ise, belli ki Gezi’den önce yazılmış, ama Gezi’nin habercisi gibi. O paragrafta ve kitabının başka yerlerinde Sevgi Soysal’ın Gezi dahil her devrimsel uğrakta hissedilen ruhunu dolaştırman çok iyi geldi bana. Ama hemen ardından, “insanlar yılgın, mutsuz, umutsuzdu” diyorsun. Herhalde "yanlış" insanlara takıldın! Ve “Boyun Eğmeyenler”in yayımlanma tarihi bir tür talihsizlik olmuş: Sana Mayıs 2013’te Ankara’da yapılan görkemli “Barış ve Demokrasi Konferansı”nda rastlaştığımızda sorsam, “insanlar yılgın, mutsuz, umutsuz” demek aklından bile geçmezdi eminim. Hele birkaç gün sonra başlayan Gezi zamanlarında! Kitabında etnisizm, liberallik, sivil toplumculuk diye suçlama tonunda andığın türden pek çok insan ve sivil toplum örgütünün nasıl bir sinerji yarattığı artık ketlenmeyle bile görmezden gelinemeyecek kadar ortaya döküldü bu süreçte. O umutsuzluk tespitin, “Boyun Eğmeyenler”in son cümlelerindeki “umut” ilkesiyle de çelişiyor.
Yazı bazen böyle yer yer statik kalabilen bir şey.
Öte yandan, kitabının en önemli katkılarından biri bir Mamak belgeseli olmaksa, bir diğeri de failimeçhullere sık sık değinmen olmuş. Belki, koğuş arkadaşımız Fethiye Çetin’in yeni kitabı “Utanç Duyuyorum!”dan hemen sonra okuduğum içindir, iki kitabın bu yönden birbirini tamamladığını düşündüm.
Ellerinize sağlık canım arkadaşlarım. Nice kitaplara!