Barış eşittir Kürt özgürlüğü (1996 vd.)

[Eylül-Ekim 2013 tarihli Kızılcık dergisi, no. 56] 

Ulusallık  
  
   Bir “Kürt Ulusal Kongresi”nin yapılacağı haberini okuduğumda içim cız etti. Cız etti, çünkü bu adlandırmadaki “ulusal” sözcüğü, Kürtlerin onlarca yıldır ölüm kalım koşullarında ihtiyaç duydukları desteği kardeş halklardan çok birbirlerinde ve komşu ülkelerin Kürt halkları olarak kendi kavimlerinde aramak zorunda bırakıldıklarını gösteriyor. Hem bunu gösteriyor, hem de bu yıl tam tamına yüzüncü yılını dolduran ve 1 Haziran’da 24üncüsü toplanan “Arap Ulusal Kongresi”ni çağrıştırıyor.
   Kürtlerin kongresi için kullanılan“ulusal” sıfatı Kürt sorununun görülebilir gelecekte yönelebileceği iki “çözüm”den birinin, ulus ağırlıklı “çözüm”ün güçlü belirtilerinden biri. Diğer çözüm yolu ise, içinde yer aldıkları toplumların köklü bir biçimde demokratikleşmesi anlamında, haklar ve özgürlükler seçeneğidir.Türkiye dışındaki üç ülkede bu ikinci seçeneğin şansı şu an sıfıra çok yakın duruyor. Türkiye’de ise çözüm süreci buseçeneğe yönelir gibi başlamıştı, ama arkasının geldiği söylenemez. Ve şimdi ufukta beliren “Ulusal” sıfatlı kongre ile birinci seçenek varlık gösteriyor, en azından istişare düzleminde.
   Gerçek şu ki, Kürtleri bu arayışa Ortadoğu toplumları ve halkları olarak bizler ittik. Türkiye’de nüfusun büyük bölümüne “Halepçe” deseniz, o da neymiş, yenir mi içilir mi diye sorar karşınızdaki. ABD yönetimi Irak’ta Halepçe canisini devirdi, ama tıpkı tecavüzcüden kurtardığı kadını “himayesine” alan simsarların kurtarıcılığına benzedi yaptığı iş. Türkiye, Irak, Suriye, İran gibi bölge devletlerinin Kürt politikaları da, boyut farkıyla, büyük emperyallerin politikalarındanfarklı değil.
   Türkiye solunda ise1960’lı yılların ikinci yarısında ve 70’lerde en çok tartışılmış meselelerden biridir Kürt meselesi. Gelgelelim, konunun en çok tartışılanlar listesine girebilmesi için Kürt sosyalistlerinin DDKD ve DDKO gibi ayrı dernekler kurmaları gerekmişti, özgül sorunları yeterince fark edilmeyen her sosyal kesim gibi. ArdındanTürkiye İşçi Partisi (dikkat, İP değil, TİP) 12 Mart darbe yönetimi tarafından, Kürt sorunuyla ilgilendiği için kapatıldı. Devlet Kürt varlığını ve haklarını inkâra her koşulda devam etmekten başka yol bilmeyecek kadar çapsız ve militaristti. Sol ise, stratejisi itibariyle, her tür ayrımcılık sorununu sınıf mücadelesine endekslemiş, yani devrim sonrasına ertelemişti.
Sonrası biliniyor: Kürtler ölümüne bir mücadeleye giriştiler ve otuz yılın sonunda kararlılıklarını artık kimsenin yadsıyamayacağı bir açıklıkla gösterdiler. Sonuçta devlet zora dayalı asimilasyona bir havuç politikası eklemek gereğini hissetti. Öyle görünüyor ki “çözüm”den anlamak istedikleri budur.
   Evet, Kürt meselesi Marksist muhalefette en çok tartışılmış meselelerden biridir ve Kürt özgürlük hareketi ihtiyaç duyduğu birlik ve dayanışmayı Türkiye solunda ve halkında aramaktan hiç vazgeçmemiştir. Bırakalım öncesini, şu son yirmi küsur yıla baktığımızda, ortak bir parti, ortak bir barış oluşumu, “halkların demokratik kongresi” gibi ortak hareketler yaratmak yönünde yığınla girişim görürüz. Bu girişimlerin büyük çoğunluğunun kökeninde Kürt özgürlük hareketinden gelenler vardır. Türkiye solunun ve aydınlarının büyük bir bölümü bu çabalara derece derece uzak durmayı seçti. Çoğu kez, “Türkiye’nin demokratikleşmesi” başlığı altında, yumuşatılmış bir asimilasyonun dilini kullanarak yol aldı ve Kürt sorununu gündeminin ilk maddesine dönüştürmekten her zaman kaçındı.
   Bunun farklı nedenlerinden söz edilebilir: Kürtlerin barışçı girişimlerinin taktikten ibaret olduğu kuşkusu, silahlı bir hareketin dümen suyuna girme kaygısı, devletin kuş uçurmaz baskıları karşısında duyulan bilinçli ya da bilinçsiz korkular vb. Bugün hâlâ, partisel çalışmaya hayır demeyenlerin BDP’ye katılmak yerine bölük pörçük sol partiler halinde çalışması, Kürt özgürlük hareketini Kürtlük (“Ulusal”lık) çerçevesine doğru iten nedenlerden biridir bence. Boyu posu kendisi kadar olan bir neden denebilir, ama yine de nedenlerden biridir. Oysa, ne Kürt sorununda ne de genel demokratikleşme meselesinde çoktandır 80’li yılların koşullarında değiliz. Mücadele silahlı mı olsun silahsız mı, köylülerle mi olsun işçi sınıfıyla mı gibi stratejik devrim kararları değil bizi bekleyen. Önümüzde verili bir durum var: Çoktan başlamış bir silahlı mücadelenin barışa ulaştırılması ve gerçek bir halk hareketinin demokratik talepleri için mücadele gereğiyle karşı karşıyayız. Kürt hareketinin deklare edilmiş ana talepleri gerçekte temel hak ve özgürlükler çerçevesini aşmıyor. Zaman zaman ortaya çıkan özerklik ve benzeri formüller, söz konusu taleplerin karşılanması umudu ufukta görünmediği için çıkıyor ortaya. Kürtler Türkiye halkından ve devletinden umutlarını kestikleri ölçüde kendi başlarının çaresine bakacakları statü seçeneklerine yöneliyorlar. “Kürt Ulusal Kongresi” bunun en açık göstergelerinden biri.
   Kişisel olarak, BDP’nin ve seleflerinin tüm Türkiye halkları ve okuryazarlarıyla birlikte davranma girişimlerinin taktik niteliğinde olduğu kanısında değilim. Bugün gelinen, “Ulusal” sıfatının devreye girdiği aşamada da bunun bir ulus devlet kurma hareketi olmadığı açıklaması bana taktik amaçlı gibi görünmüyor. Bunu söylerken, bırakınız Erbil kongresinin bileşenlerini, Türkiye Kürt özgürlük hareketinin de türdeş olmadığını unutmuş değilim. Farklı örgüt ve çevrelerin gönlünde, federasyondan özerkliğe ya da ayrılığa kadar giden farklı çözümlerin yattığı da biliniyor. Ancak, Kürtlerin özellikle Türkiye’de tüm halklarla iç içe yaşadığı gerçeği dikkate alınırsa, aynı potada demokratikleşme hedefinin ilkeden ya da bir göz boyamadan ibaret olmayıp gerçeklik temeline dayandığı da ortaya çıkar.
   Türkiye devleti bütün bu gerçeklikleri bazen dile getirse bile kabul edip gereğini yerine getirmekte alabildiğine zorlanıyor. “Muhalefet” dedikleri, BDP’yi saymazsak, bu bapta devletin ayrılmaz bir parçası. Ben bu yazıyı yazarken, meclis Anayasa Komisyonu’nda, Taraf gazetesinin nefis manşetiyle söylersek “CHP ve MHP’nin kart kurt ettiği” haberi geliyor. AKP Kürt hareketini yeterince dışlamıyormuş gibi, bu iki “muhalefet” partisi gerçekleri bal gibi bildikleri halde demagojik bir ulusalcılığın peşinde 12 Eylülcülük yapıyorlar. Tam bir kısırdöngü içindeler: Onların bölünme korkusuyla takındıkları bu tavırlar Kürtleri daha da uzaklaştırıyor. Ama oy hesapları tıpkı AKP gibi onların da bütün ahlaki ufuklarını kaplıyor. Bir gün Bağdat’tan dönmesi kaçınılmaz hesaplar oysa onlar.
   Özet olarak, Kürt özgürlük hareketi eğer 1980’lerde “Marksist Leninist” bir halk hareketi olmakla işe başlayıp bugün teknik olarak ‘uluslararası’ denmesi beklenebilecek bir toplantıyı “ulusal” sıfatıyla nitelemeye kadar geldiyse, bunda Türkiye devletinin, “muhalefet”inin ve toplumunun, hatta demokrat ve solcularının her adımda geri geri giden tavırlarıyla oynadıkları olumsuz rolün payı büyük. Bu tür tavırlar Kürtleri her zaman bir B planı olarak özerk ya da bağımsız yapılar düşünmeye itti. Kürtlerdeki her “ulusal”laşmanın bu tarafta bir ufuk darlığına ya da daralmasına işaret oluşturduğu duygusu korkarım içimizi cız ettirmeye devam edecek. Gezi gibi büyük tarihsel uğraklar geride kalırsa tabii.
 ===================================================

*
========================================
[Aşağıdaki yazım İstanbul'da yayımlanan SÖZ dergisinin 2.3.1996 tarihli, 55. sayısında yer almıştı. Dergi bu yazı nedeniyle toplatıldı, İstanbul DGM'de "Türkiye Cumhuriyet Devletinin Ülkesi ve Milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan Basın yolu ile propaganda yapmak" suçlamasıyla dava açıldı. Dava, dokuz ay (üç duruşma) sonra beraatle sonuçlandı.]

DEP Diyarbakır milletvekili Sedat Yurtdaş, Türk halkının Kürt sorunu konusunda bir şaşkınlık yaşadığını söylemişti (Söz, no. 38, 4 Kasım 1995). Çok doğru. Galiba Türk solunda da Kürt sorununun uzun süredir insan hakları bağlamı dışında pek az konuşulmasında şaşkınlığın payı oldu.
Şaşkınlığı güçlendiren esaslı nedenler vardı. Bunların başında düşünce özgürlüğünün dışarıdan ve içeriden kısıtlanması geliyor. Dışarıdan kısıtlamadan kastım, devlet katında günün öcüsünün Kürt hareketi olmasıdır. İsmail Beşikçi, durmadan mahpustur. İsmail Beşikçi'nin durmadan mahpus olması, bedelin yüksekliğini gösterdiği gibi, bedelsiz kalabilecek şeyler söylemenin de ayıpsanmasını getiriyor. Bülent Tanör bu bağlamda bir yakınmada bulunduğunda İsmail Beşikçi, düşünce özgürlüğünü bedeline katlanarak kullanmak gerekir anlamında, çok yerinde bir yanıt vermişti. Yine de Kürt sorununun yıllar sonra yeniden konuşulmaya başlanması için ÖDP'nin doğması ve politika serdetme zorunluluğunun artması gerekti, öyle anlaşılıyor.
Vasıf Öngören Türkiye'nin baş çelişkisi Kürt sorununda yatıyor dediğinde 1969 ya da 1970 yılındaydık. DDKD'ler kurulmuş idiyse de, baş ya da temel tüm çelişkilere sınıfsal bağlamda bakılmaya çalışıldığından, bu tez sol içinde o zaman ve daha sonra ağırlık kazanmadı, anıldığına da rastlamadım. Ulusal sorun çok okundu, çok tartışıldı; ama bilebildiğim kadarıyla Kürt sorununun Kürtlerin değil, Türkiye devriminin sorunu olduğu fikri genel kabul görüyordu. Tartışmalar gitgide ulusal sorunun devrimden önce mi, sonra mı çözüleceği konusunda odaklanıyordu.

Komünist gelenek

Komünist gelenek, bunun bir enternasyonalizm sorunu olduğunu gösteriyordu: Ülke sınırları içinde birden çok ulus varsa, ülke içi enternasyonalizm bunların aynı partide örgütlenmesini gerektirir; ulus temeline dayalı parti olmaz. Bund örneği vardı, vb. Yetmişli yıllardan başlayarak, ulusal sıfat olarak "Türkiyeli"yi kullanma terbiyesi edinildi. Bu arada ülke adını dava konusu etmenin kimsenin aklından geçmemiş olması ilginçtir.
Ülke adının dava konusu edilmemesinin ve sonradan Kürt hareketliliğindeki yükseliş karşısında şaşkınlığın bir nedeni de, çok uzun süre egemen olan şu anlayış/ ruh haliydi: Türkiye, feodalliğinin oranı tartışılan, geri bıraktırılmış, emperyalizme bağımlı, ezilen bir ülkeydi. Devrimcilerin önündeki görev, öncelikle antiemperyalist ve antifaşist, demokratik içerikliydi. Evet, Kürtler eziliyordu, ama zaten tüm halk eziliyordu; Kürtlerinkine bir de ulusal baskılar ekleniyordu ki, bu soruna devrimin gündeminde içtenlikle yer verilmişti. Kürt burjuvalar ve toprak beyleri, öteden beri içlerinde "Kürtçüler" bulunsa da esas olarak kendi Türk sınıfdaşlarıyla aynı saflardaydı. Özetle, devrimciler kendilerini ulus aidiyetleriyle tanımlamıyordu.
Yetmişli yılların sonlarına doğru alt-emperyalizm tezlerinin gelişmesine, Türkiye'nin emperyalistleşmesinden söz edilmesine ve Kürt sorunu üzerinden sömürge tartışmasına paralel olarak, ezen ulus devrimcilerinin görevi ezilen ulusun haklarını savunmak, ezilen ulus devrimcilerinin görevi ise, kendi zeminlerinde yükselme şansı çok yüksek olan milliyetçiliğe karşı savaşmaktır, formülleri anımsandı. En azından, komünist hareketin asr-ı saadetinde böyle deniyordu. Leninist politikada, ezilen ulusun milliyetçiliğine hoşgörü geleneği de vardı, ancak, bu hoşgörü ezilen ulus komünistlerine yönelik değil –onlar kendi ulusları içindeki milliyetçiliğe karşı savaşmakla, ulusal olmak, ama ulusalcı olmamakla görevliydiler-, halk içindeki, ittifak yapılabilecek güçlerdeki milliyetçiliğe yönelikti. (Bu ilkelerin dünyada uygulanamamış, daha çok tersine ya da kolayına uygulanmış olduğunu bir kenara yazmak gerekiyor.)

12 Eylül'den sonra

Bu düşünceler yetmişli yılların devrimci yükselişi içinde de yerleşip içselleşemeden Eylül darbesi geldi. Kendisine Marksist-Leninist diyen başlıca hareketler darma duman olurken, yine kendisine Marksist-Leninist diyen bir silahlı hareket, PKK, istikrarlı bir yükseliş içine girdi. PKK esas olarak ulus temeline dayanıyordu ve bu niteliği gitgide ağır bastı (sanıyorum Marksizm Leninizm artık resmi tanımında da yok).
Beride insanlar ülkedeki ve dünyadaki yenilgilerin nedenlerini sorgulamanın gerekliliğini, ayrıca, aracın öne çıkmasıyla unutulan amaçları gitgide daha çok anımsar, ÖDP'nin de tanıklık ettiği gibi özgürlükçü yan yeniden doğarak, kendini çeşitli alanlarda ifade etmeye, güç kazanmaya başlarken, PKK'den bir şeflik ve militarizm kokusu geliyordu. 23 Eylül 1995 tarihli Express dergisinin Serxwebun'dan yorumsuz olarak aktardığı "Şehit kabul edilmesi..." başlıklı yazıya bakılırsa, bu kokunun altında örgüt içi işkenceye kadar varan "uygulamalar" da olduğu anlaşılıyordu.
Ne var ki, PKK kendisini Kürtlerin özgürlük talebine yaslamaya çalışıyordu: Kürt olmayı kendi bildikleri gibi yaşama özgürlüğü. Türk olma özgürlüğünü istemek durumunda hiç kalmamış olan Türkler için, bunu anlamak kolay olmayabilir. Örneğin, Türk olmayı Türkler aynı biçimde mi yaşıyor? Hayır kuşkusuz. Ulus gerçekliklerinin hiçbirinde böyle değil. Kürtlerin de Kürt olmayı birbirinin aynı biçimde yaşamadığı biliniyor. Belki Kürt olmak bazı Kürtlerin çok da umurunda değil. Ama umursamama özgürlüğü de dahil, kendi bildikleri gibi Kürt olma özgürlüğü, haklarıdır. Buraya kadar, sınıf savaşımıyla ya da başka özgürlük talepleriyle çelişen bir yanı olmadığı gibi, her tür özgürlük talebinin kardeşi olduğu da açıktır.

Konuşulmayan şeyler

Yine buraya kadar, sözünü ettiğim şaşkınlık ve suskunluk, üzerimize düşeni yapmıyoruz duygusunu da içeriyordu. Üzerimize düşeni yaparken nelere katkıda bulunmuş olabileceğimiz kuşkusu her şeyi fazlasıyla zorlaştırdı. Üzerine düşeni insan hakları bağlamında bile yerine getirmekten uzak duranlar oldu. Çünkü PKK, baş harfleri büyük Özgürlük Hareketi sözünü bile kendine mal ediyordu. PKK hakkında bilinebilenler ise, yukarıda da söylediğim gibi, bu örgütün bu sıfata uymadığını gösteriyordu. Kürt olma özgürlüğünü savunması dışında, özgürlüğün tersi neyse onu ifade ediyordu. Aşiret yapısını çözdüğü, kadınları bu yapıdan çıkardığı doğruysa da, bütün bunlar militarist bir bağlama doğru gerçekleşiyordu. Bir arkadaşımla konuşurken bu konuda hoşgörülü bir tavırla, feodal bir yapıdan daha fazlasının beklenemeyeceği anlamında bir şeyler söylemişti. Belki doğrudur. Ancak, kaçınılmaz mıdır? Konuşulması gerekiyor. Konuşulmalı ve kulak verilmelidir. Daha doğru bir deyişle, konuşmaya ve dikkate almaya cesaret edilmelidir. Çünkü tüm bunlar, özellikle de ödenen korkunç bedelleri düşündüğümüzde, Kürt özgürlük talebinin önünü tıkıyor, dayanışmanın etkisini ise sağırlaştırıyor.
Zorluk yaratan etkenlerden biri de, kuşkusuz, içişlerine karışmama ilkesi olmuştur. Üstelik solun, dünya genelinde, emek değer kuramını örgütsel yaşama uygulamak gibi zararlı bağışıklık yaratıcı bir geleneği de var: Dışarıdan okunan gazeller dinlenmez... Bu yapı belki de, devrim öncelerinde ve sonralarında başlıca yıkım nedenlerinden biridir.
Seçimlerde HADEP'i destekleme tavrı böyle bir sezgiye dayanmış olmalıdır ve yerinde bir sezgidir. Bu destekle önemli bir adım atıldı. Seçim sürecinin ve sonuçlarının da gösterdiği gibi, söz konusu sağırlık önemli ölçüde kırıldı. Şimdi ÖDP'nin barış kampanyası Kürt özgürlüğünü anlamlandırarak barışı zulmün her türlüsüne karşı bir çabaya çevirebilir.
_____________________

Boğulmak

Necmiye Alpay
   
[İstanbul'da yayımlanan SÖZ dergisinin 23.11.1996 tarihli, 93. sayısında yayımlanmıştı.]

Söz'ün bir sayısı benim bir yazım dolayısıyla toplatıldı. Dava açılalı dokuz ay oluyor. Topu topu üç duruşma. Bu sabah beraat ettik. Söz'ün sahibi Ali Küçük, sorumlu yazı işleri müdürü Hüseyin Ayık ve dergide mart ayında yayımlanan "Barış Eşittir Kürt Özgürlüğü" başlıklı yazının yazarı olan ben.
Ali Küçük ve Hüseyin Ayık, Söz'deki yazılardan ötürü üçüncü kez yargılanıyorlardı, ben ilk.
Onlar daha da yargılanacaklar (Söz benim yazıdan sonra dört kez daha toplatıldı). Ben...
"Avukatım olmadan asla!" Tam şu an iç sesim böyle diyor. "Osman Bey görmeden yazı mazı yayımlamam."
Tuhaf, iç sesimden böyle bir sözü daha önce hiç duymamıştım. Bir toplumsallaştırayım şu sözü bakalım.
Hemen utanç doğuyor. Bu ne ödleklik? Cezaevindeki düşünce suçlularına, ikide bir yargıç karşısına çıkarılanlara ayıp olmuyor mu? "Ben korkağım ve kahramanlardan nefret ederim. Ama çoğu insan gibi, korkuma doğru koşmaktan kendimi alamıyorum", diyen Yaşar Kemal'e?
Hele hele, avukatın bir yazı ya da bölüm için tehlikeli der ve sen bunları yayımlamaktan çekinirsen, İsmail Beşikçi'nin manevi yüzüne nasıl bakarsın? Birikmiş yükün yetmiyor mu?
Yine iç sesime bakayım. Donmuş. Önerdiği çözümünse, özürü kabahatinden büyük. Boğulma duygumu ne beraat azaltmış, ne de yazacaklarımı avukatıma okutma çaresi. Tam tersine. Avukat bağımlılığı: Yeni bir sendrom!
Boğulma duygusu yeni değil. "Dava" açıldığından beri bu duygu, yazma isteğimin yapışık kardeşi oldu.
İlgili yazıyı yazma sürecinde de bunun bir benzerini aylarca, çok başka kaygılarla çekmiştim.
Asap bozukluğundan da söz etmeliyim. Savcılar konuşurken ve ben ifade ya da savunma verirken yaşadığım durum. Dil, Türkçe. Ancak, dilimi anlamayan birileriyle muhatap oluyorum, havaya konuşuyorum duygusunun yarattığı gerilim. Duruşmanın bir noktasında, savunmalara dikkat ettiği, önündeki yazıya ve "ulusal sorun tartışılıyor"u kanıtlamak için sunduğumuz gazete kesiklerine düşünerek baktığı belli olan bir yargıç gördüğünüzde asap bozukluğu azalıyor. Düşünen var!
Ey okur, "Duruşmalarda mahkemeye değil, halka seslenilmesi gerektiğini, bütün bunların sınıf savaşımının bir parçası olduğunu hiç mi duymadın?" diyor olabilirsiniz. Ya da: "İyi ki bir yazından yargılandın, bu ne kırılıp dökülmektir?" İlya Ehrenburg'un Paris Düşerken'iyle Dipten Gelen Dalga'sını okumuşsunuzdur. Ya anılarını?
Stalin döneminde neden konuş(a)madıklarını anlatır.
============================================
*
============================================
[17.9.2006 tarihli Radikal İki:]

Kürt sorunu, konuşamama sorunu

Kürt sorunu, bir yönüyle de açık konuşamama sorunu.
Bunu söylerken elbette düşmanca, saldırganca, ya da hiçbir barış perspektifi gözetmeyen söylemleri kastetmiyorum; o tür söylemlerin sahipleri için, konuşamamanın herhangi bir türü söz konusu değil. Onlar bu toplumun en zayıf yerini habire kanırtanlardır. Konuşamama sorunu genel olarak Kürtler ve onları anlamaya çalışanlar için geçerli.
Geçen kış çeşitli televizyon kanallarının programlarında Kürt sorunu uzun uzun tartışma konusu edildi. Bu programlara az çok temsilci konumunda sayılan Kürtler ve "kanaat önderleri" de katıldı. Gelgelelim, estirilen tuhaf özgürlük havası içinde, katılımcıların konuşmalarında bir bulanıklık vardı hep. Program yöneticileri, katılımcılara tam bir özgürlük sunuyor görünümündeydi ama, tartışmaları genellikle birer sorgu seansı olarak yürütmeyi de başarıyorlardı. Konuşamayanların üzerinde ise hem bunun hem de birikmiş baskıların etkisi hissediliyordu.
Konuşamama durumunun birikmiş baskılardan başka nedenleri de var. Bundan birkaç yıl öncesine kadar, devrimci, sosyalist ya da özgürlükçü muhalif kesimin Kürt sorununu konuşmamak gibi bir tavrı, bir tür örtülü ortak kararı vardı. Bugün de bazı kesimlerce sürdürülen bir tavır. Bilerek seçilmiş, en azından bütünüyle istemli olduğu düşünülen bir tavırdı o. Şu an sözünü etmekte olduğum açık konuşamama durumundan farklıydı.
Sol muhalefet o tavrına son vereli epey oldu. Ama o dönemin, konuşmama döneminin, daha sonra ortaya çıkan ve hâlâ büyük ölçüde geçerli olan duruma, konuşulamamasına katkısı olduğu fikrindeyim: Söylenecekler yeterince konuşulmadıysa, yazılmadıysa, yeterince düşünülememiş demektir aynı zamanda.
Sonuçta hüküm süren durum kısmen istemli, ama büyük bölümüyle istemdışı ve çok daha genel bir olgu. Yalnızca televizyon konuşmalarında değil, yazılarda, ortak imzalı çağrılarda, panel ve konferanslarda da geçerli.
Ortak imzalı çağrılara genel ve soyut bir söylemin egemen olmasında, ortaklaşma ihtiyacının da payı var. Çözüm için hangi önlemlerin istendiği ortaya dökülse, ortak bir söz söyleme olanağı azalacak, herkes ben buna yokum diyecek bir madde bulacaktır. Ama taleplerin somutlaştırıl(a)mamasında, uzun sürmüş baskı ve istemli susma dönemlerinin belirleyici olup olmadığı düşünmeye değer.

13 Eylül 2006 tarihli imza metni

Gelgelelim, asgari müşterektir, olabildiğince geniş bir çevreyi katmaktır derken ortaya çıkan metinler birer konuşamama metni oluyor sonuçta. "Karnından konuşmak" deyimiyle de bunun kastedildiğini sanıyorum. Sonuncu örnek, 13 Eylül tarihli ortak bildiridir. Bu metinde somut, bulanık olmayan, tek bir talep ve çağrı var: "PKK silahlı eylemlere ön koşulsuz olarak derhal son vermeli." Bunun dışındaki çağrıların tümü soyut. Şöyle:
"... askerlerimizin, gençlerimizin, çocuklarımızın öldürülmesine ... herkes için barış, herkes için adalet ... şiddetle çözülemediği görülen sorunları barışçı yollarla çözmek ... her türlü şiddet ... sorunların barışçıl ve demokratik yollardan çözümü ... Herkesin demokratik toplumsal, siyasal yaşama katılabilmesi ve toplumsal barışın sağlanması için ... devletin tüm kurumlarının da gerekli yasal düzenlemeleri ve projeleri vakit geçirmeksizin gerçekleştirmesini ..."
Bu sözler konuşamama durumu dediğim şeyin en tipik örneklerinden. Her birinin bugünkü toplumsal ve siyasal kesimler içinde en az iki farklı yorumu bulunuyor. Şiddet dediğinizde bir kesimin aklına yalnızca PKK geliyor, bir başka kesimin aklına ise hem PKK hem devlet. "Demokratik çözüm", "gerekli yasal düzenlemeler" vb dediğinizde bir kesim Kürt varlığının yasalarda anılmasını anlıyor, bir kesim ise Kürtlerin şimdiki gibi yaşamasını ("daha ne istiyorlar ki?"). Başka bir deyişle, ortak bir dile ait değil bu sözler. Dolayısıyla, bulanıklar.
Bulanıklığı az çok giderecek bir anahtar olarak, Taha Parla'nın 10.9.2006 tarihli Radikal İki'de yayımlanan yazısında kurulan iki bağıntıya başvurulabilir.
Taha Parla bu yazısında, "şiddet yöntemi" ile "askeri çözüm"ü, "müzakere" ile de "politik çözüm"ü bağıntılandırıyor. Yazıdan çıkan fikir, bunlardan birincisini ikincisinin önüne geçirmemek gerektiğidir; şiddet değil, müzakere.
Demokratik Toplum Partisi (DTP) bir süredir sözünü az çok netleştirdi. İlkbahara girerken, 10 Mart tarihli bir bildiriyle, Kürt kimliğinin tanınması, "Kürtler'in yoğun olarak yaşadığı bölgelerde Kürtçenin Türkçe ile birlikte resmi dil statüsüne kavuşturulması", temsil hakkı ve siyasal af gibi belirli talepler ileri sürmüştü. Devlet bunların konuşulması yönünde adım atarsa "akan kanın durabileceği"ni söylüyor DTP. Bir yandan da PKK'ya ateşkes çağrısında bulunuyor.
======================================
*
======================================
[21.12.2006 tarihli Radikal İki]

Kürt sorunu, kim konuşacak sorunu

Radikal İki'de bundan önce yayımlanan yazımın başlığı, "Kürt sorunu,
konuşamama sorunu"ydu. Aradan geçen üç aya yakın sürede PKK'nın "ateşkes" adını verdiği kararıyla birlikte çözüm arayışları çoğaldı, sorun da kim konuşacak sorununa dönüştü.
"Ateşkes" teriminin yersizliği tartışması bir yana, silahlı eyleme son verilmiş olması demokratik çözüm isteyenler için bir araya gelmenin asgari koşullarını yaratmış oldu. Sonradan "Mayıs ayına kadar" diye tarih verilmesi bu olumlu havayı fazlasıyla tatsız bir tehdit öğesiyle bulandırdıysa da, bunu zorluyor olabilecek psikolojik etmenleri göz önünde tutmakta yarar olabilir.
Her durumda, Kürt sorununda demokratik, barışçı, diyaloğa dayalı bir çözüm isteyenlerin yollarının kesiştiği bir kavşaktayız. Bu kavşakta aklın yolunu birleştirmek olanaklı görünüyor. Akıllar pazara çıkmış, herkes kendininkini almış der eskiler ama, umalım ki bu kez herkes yine öyle yapmasın.
Benim görebildiğim başlıca akıllar şunlar:
I) Bir gruba göre, savaşı kimler verdiyse, silah kullanan taraflar hangileriyse, konuşması gerekenler de onlardır. Diğerlerine düşen, masaya oturulup konuşulsun diye baskı grubu oluşturmaktan ibarettir.
Bu mantık, farklı toplumları temsil eden iki silahlı gücün varlığına dayalı. Unutulan nokta ise, Kürt sorununda söz konusu olanın iki devlet ile onların orduları arasındaki bir savaş ve o savaşın sonunda yapılacak barış görüşmeleri olmadığı. Ortalıkta bir savaş var ama, iki ayrı toplum yok. Toplum olmaya çalışmış ve bunu gereğince başaramamış, geniş anlamdaki bir toplum var. İç içe ve yan yana yaşayan topluluklar da diyebiliriz. Ve büyük bir çoğunluk, gelecekte daha iyi bir topluma dönüşme arzusunu dile getiriyor.
Dolayısıyla, sorun yalnızca silaha başvurmuş olanları ilgilendirmiyor. Onlar dahil, son bireyine kadar, toplum olmak isteyen herkesi ilgilendiriyor. Sorun, Kürtlerin toplum dokusunda Kürt olarak yer almasını biçimlendirme sorunu.
II) İkinci bir gruba, daha doğrusu yüksek askerî yetkililere göre, PKK'lıların teslim olması ya da son ferdine kadar etkisiz duruma
getirilmesi dışında çözüm yoktur.
Bu ürkütücü fikrin tek su götürür yanı, "genel af"fın olanaksızlığı çerçevesinde dile getirilmiş olması. "Çözüm yok"tan kasıt, "genel af"fın kabul edilemeyeceğidir. Burada "genel af" terimi ve vurgusuyla ilgili bir soruna işaret etmek gerekiyor. "Genel af" terimi yaygın bir yanlış olarak, herkesin ve tüm suçların af kapsamında olması biçiminde anlaşılıyor.
Oysa terimin hukuktaki tanımı böyle değil. Buradaki "genel"den kasıt, suçun sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır. Başka bir deyişle, hukuk disiplininin "genel af"tan anladığı, belirli cezaların hem hapsetme bölümünü hem de sabıkalılık, kamu hizmetlerinden men gibi hukuki sonuçlarını ortadan kaldıran aflardır. Kısmi afta ise cezanın yalnızca fiili (hapsedilme) bölümü ortadan kalkıyor. Hapiste yatmıyorsunuz ama, sabıkanız sabıka olarak kalıyor, kamu hizmetlerinden men edilmişseniz, bu men kararı da yürürlükte oluyor vb. Kısacası, genel afların da, kısmi afların da kapsamı değişebiliyor, belirli suçları kapsayıp diğerlerini kapsam dışı bırakabiliyor.
Sözün kısası, Kürt sorunu ile ilgili olarak çok kullanılacağı besbelli olan "af" ve "genel af" terimleri arasındaki farka dikkat edilmesinde, terimin bilerek kullanılmasında yarar var.
III) Benim de aralarında bulunduğum üçüncü bir grup ise, herkesin konuşmasından yana ve Kürt sorunu diye bir sorun yokmuş gibi davrananları eleştiriyor. Bu grup, tahmin edilebileceği üzere, henüz ortak bir ses çıkarabilmiş değil.

Ne yapmalı?

Görebildiğim eğilimleri kabaca sıraladıktan sonra, kişisel olarak şu uğraktaki "ne yapmalı" sorusuna verdiğim yanıtları açıklama gereğini duyuyorum:
- Siyasal sorunları silah ve şiddet yoluyla çözmek yönündeki tüm girişimlere son verilmelidir. "Silahlı çözüm" diye bir çözüm yoktur.
Bir yandan, başta devlet tarafından olmak üzere örgüt ve yurttaşlar tarafından geçmişte, bugüne kadar yapılan hataların adı konulup özür dilenmeli, bir taraftan da geleceği kandan ve acıdan arındırmak için barışın inşasına başlanmalı, bu çerçevede bir af çıkarılmalıdır.
- Tüm hoşnutsuzluk ve sorunların tek çözüm yolu konuşma ve anlaşma olmalıdır. Bunun için, dolaysız şiddet çağrısı ve hakaret içermeyen hiçbir söz kısıtlanmamalı, ifade özgürlüğü eksiksiz olmalıdır.
Hiçbir ulusal, etnik ya da ırksal varlık aşağılanamaz. Bu nedenle, "Türklüğü aşağılamayı" yasaklayıp diğer ulusal adların aşağılanmasından söz etmeyen 301. madde, ırkçı bir maddedir; derhal
kaldırılmalıdır.
- Nefret ve hakaret içeren sözlerden kaçınılmalı, böyle sözlerin sahiplerine dikkat edilmelidir.
- Kürt varlığı ile diğer dilsel ve kültürel varlıklar, toplumumuzun
hukuki, siyasal, kültürel ve eğitsel tüm kamu yaşamına dahil edilmeli, yasalarda ve tarih ile edebiyat başta olmak üzere tüm ders kitaplarında yer bulmalıdır.
- Hiç kimse anadilini kullandığı için kovuşturmaya uğramamalı, yaşayan anadillerinin korunup geliştirilmesi için gerekenler yapılmalı, "artırıcı çokdillilik" temeline dayalı eğitim derhal gündeme alınmalı, konuyla ilgili bilimsel çalışmalar için eğitimcilere çağrı yapılıp olanak sağlanmalıdır.
- Yurttaşlarımızın dilsel ve kültürel varlıklarına haksızlık edildiği duygusuna kapılması mutlaka önlenmeli, taleplerine kulak verilmelidir. Öyle ki hiç kimse kendi kültürünü kamusal yaşamdan dışlanmış hissetmesin.
===========================================
*
===========================================
[25.2.2007 tarihli Radikal İki]

Kürt sorunu, ne sorunu?

17.2.2007 Cumartesi günü İstanbul'da bir Mehmed Uzun Konferansı yapıldı. Bütünüyle Uzun'un yaşamına ve yapıtlarına odaklanan bir konferans. Şu aralar ağır bir hastalıkla uğraşmakta olan Mehmed Uzun, dünya edebiyatı açısından taşıdığı önemden öte, yaşamı ve tavrı ile Kürt sorunu açısından bir turnusol kâğıdı gibi. Özellikle Uzun'un konferans bitiminde yaptığı konuşmayı dinlerken, bu konu zihnimde biraz daha netleşti: Kürt sorunu en temelde gerçekten de bir terör sorunu. Ne var ki, genellikle kastedildiği gibi PKK'ninkinden ibaret değil bu terör, çok daha öncesi var: Zora dayalı asimilasyon politikasıyla başlamış olanı.
Kürtçe konuşmak, bugün hâlâ soruşturma ve ceza konusu olabiliyor. Tam da bu yazıyı biçimlendirmeye çalışırken Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Sertaç Bucak'tan aldığım bir mektupta, Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 14.2.2007 tarihinde Hak ve Özgürlükler Partisi'ne verilen Kürtçe cezasından söz ediliyor. Bucak'ın bildirdiğine göre, partisinin 4.1.2004 tarihinde Ankara'da yapılan kongresinde Kürtçe konuşulduğu ve devlet protokolüne Kürtçe davetiye gönderildiği için 13 eski yöneticisine ve Kongre Divanı üyelerine 1 yıl ile 6 ay arasında değişen hapis cezaları verilmiştir. Üstelik, iddianamede, yapılan konuşmaların "kin duygusu yayan, şiddeti öven ya da isyana teşvik teşkil edecek ibarelerin bulunmadığı tespit edilmiştir" denmesine karşın!
Benzer soruşturmaların Diyarbakır Belediye Başkanları ve daha başkaları için de açılmış olduğu herhalde hatırlardadır.
Bu uygulamalar, zora dayalı asimilasyon politikasının esas olarak sürdürülmek istendiğini gösteriyor. Mehmed Uzun'un ve Türkiye egemen çevrelerinde adı pek az edilen diğer modern Kürt yazarlarının deneyimleri de bunu gösteriyor: Dilin en yüksek taşıyıcısı olan edebiyat da "terörle mücadele" adını taşıyan terör rejimiyle karşı karşıya.
Bu son cümleden kastım ve aslında bu yazıdan muradım şu: Mehmed Uzun gibi Kürt dilinin ve kültürünün bir yaşatıcısı ve yaratıcısıysanız, şiddet ve terör yöntemlerine her zaman karşı çıkmış ve dolaysız politikadan her zaman uzak kalmayı seçmiş olmak sizi baskı ve teröre maruz kalmaktan kurtarmıyor.
Bunun galiba en somut kanıtı, yazı dili olarak Kürtçeyi seçmek isteyen aydınların cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkede barındırılmamış olmalarıdır. Son dönemlerde bu durum biraz değişiyor gibiyken, 13-14 Ocak 2007'de Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansı sırasında aynı politikanın bir örneğini daha gördük: Ankara Emniyeti, konferans konuşmacılarından ikisinin konuşmalarını kaydedeceğini bildirmişti, biri Mehmed Uzun olmak üzere. Sonradan, düzenleme komitesinin itirazlarına rağmen yalnızca iki konuşmacı değil, bütün toplantı kaydedilmiş, o başka. Oysa yeni mevzuat, yanılmıyorsam, Emniyet'e böyle bir yetki vermiyor. Kamuya açık, bütün televizyonların çekim yaptığı bir toplantıyı ayrıca kaydetmekteki ısrar doğallıkla hem komik, hem de her zamanki gibi, gözdağı olarak algılanıyor.
Mehmed Uzun'un zaten doktorlarından Diyarbakır'dan kalkıp Ankara'ya gelme izni alıp alamayacağı kuşkuluydu, nitekim alamadı, konuşmasını yazılı olarak gönderdi.
Burada asıl dikkat çekmek istediğim nokta, Mehmed Uzun'un, üstelik de ağır hasta olduğu bir dönemde, resmi tepkiye herkesten çok maruz kalmasıdır. Öncesini de unutmayalım: Hastalığından önce, ortalıkta Uzun dahil 250 Kürt aydınından oluşan bir kara liste ile bu aydınların PKK'nin hedefinde olduğu söylentisi dolaşmıştı. Uzun, yıllardır kaldığı sürgünden dönüp İstanbul'a yerleşmeyi planlarken gazetelerde manşet olan bu haberler üzerine İsveç'e geri dönmek zorunda kaldı. Hemen ardından, Gündem gazetesi, söylentilerin PKK tarafından yalanlandığını yazdı. Uzun bundan bir süre sonra hastalandı ve İsveç doktorları kendisine çok az ömrün kaldı deyince, hastalıkla Diyarbakır'da uğraşmak (ve bence, tehditler karşısında bağrı açık durmak) üzere geldi ve Diyarbakır halkının sevgilisi oldu. O arada onu hedef ilan etmek biçimindeki terör edimi de faili meçhullere karışmış durumda.
Yineliyorum: Söz konusu olan, bir edebiyatçıdır. Büyük bir romancı ve Kürt edebiyatının en önemli tarihçilerinden. Her türlü şiddete karşı olduğunu defalarca yazdı ve söyledi, yıllardır doğrudan siyasal eylemden uzak duruyor.
Kürt sorunundaki resmi söylemin elinde iki damgası var: "terörist" ve "bölücü". Devletin kırmızı çizgileri, laik, demokratik, sosyal ve üniter olmak biçiminde sıralanıyor. Toplumumuzun vazgeçilmez referansı Genelkurmay Başkanı da en son ABD'de yine böyle dedi.
Peki ya Kürt kültürü? Kürt dili ve edebiyatı? Resmi ya da gayriresmi, yerleşik söylemin hiçbir köşesinde böyle bir konu, böyle bir kaygı yer almıyor. Kürt kültürü, terörizm ve bölücülük suçlamaları dışında herhangi bir ilgiye mazhar olmuyor. Bütün bir kültürel varlığın karşılığı şu göstermelik TV programları olabilir mi?
Asimilasyon politikasının başlıca gerekçesi hâlâ "Ne mutlu Türküm diyene" formülü. "Türküm" demek, Kürt olma özgürlüğünü sağladı mı peki cumhuriyet boyunca? Yurttaşların Kürt olma ihtiyacını karşılayıp Kürt kültürünü koruyabildi mi?
Ne koruyabildi, ne de yok edebildi. Hep dendiği üzere, bastırılmış olan geri dönüyor. İnsanların böyle özgürlüklere ihtiyacı var. Yunanistan ve Bulgaristan Türklerinin Türk olmaya ne kadar ihtiyacı varsa, Türkiye Kürtlerinin de Kürt olmaya o kadar ihtiyacı var. Merak ediyorum, Yunanistan ve Bulgaristan Türkleri bu iki ülkeyi bölmek istedikleri için mi Türktürler? Dillerini ve kültürlerini koruyup geliştirme hakları onun için mi savunulmalı?
Türkiye Kürtlerinin bazılarında bölünme eğilimlerinin olması, dillerini ve kültürlerini koruyup geliştirme haklarını ortadan kaldırmaz. Tersine, dillerinin ve kültürlerinin hep yok sayılmış olması bölünme eğilimlerine zemin hazırlar. Kişisel olarak, emperyalizmin Türkiye'yi bölmek isteyebileceğinden hiç kuşku duymuyorum. Emperyalizm bölücüdür. Ama ona bu olanağı sağlayanın zora dayalı asimilasyon politikası olduğundan da kuşkum yok. Zora dayalı asimilasyonun kendisi emperyaldir.
Her durumda, Kürtler, dillerine, kültürlerine ve Mehmed Uzunlarına dört elle sarılmış durumdalar. Biz ölümlüler bunu ancak saygı ve sevgiyle karşılayabiliriz. Devletin sözünü ettiği irtica ve bölücülük tehlikesine gelince, bizim açımızdan bakıldığında bunlara en az bir tehlike daha eklemek gerekiyor: Savaş ve militarizm tehlikesi. Militaristler, tıpkı her hastalığı ameliyatla iyileştirmeyi arzu eden cerrahlar gibiler. Söylemleri ise toplumsal yarara değil, "ulusal çıkar"a dayanıyor.
Bu "çıkar" kavramı, bireyler için kullandığımız "çıkarcı" sıfatının çok iyi gösterdiği tehlikeleri içeriyor. Bush ve ona payanda olan korkunç büyüklükteki çıkarların sahipleri "ulusal çıkar"cıdırlar: "Ne pahasına olursa olsun ulusal çıkar"cılar. Bu pahayı her gün ibretle izliyoruz. Biz dünya halkları Bush'un dilindeki "interest" sözcüğünü kendi dilimize "ilgi ve yarar" diye çevirmeliyiz. Bizim gözettiğimiz nokta her zaman ulusal ve evrensel yararlar olmalı. Ulusal, "ülke düzeyinde" anlamına gelmek üzere.
PKK epeydir üniter devleti benimsediğini ilan edip duruyor. İzleyebildiğim kadarıyla devletin kırmızı çizgilerine aykırı bir talep ileri sürmüyor. PKK şu an, tarihinde terör ve ayrılıkçılık olan, bugün ise eğer talepleri gerçekleşmezse yine terör ve ayrılıkçılık politikalarına dönme tehdidinde bulunan bir örgüt konumunda. Devlet ise, üniter yapıda anayasal tanınma diye özetleyebileceğimiz şu anki taleplerden, "aşama aşama bölünme planının bir parçası" kuşkusuyla uzak duruyor; bugün bunu tanırsak yarın federasyon, öbür gün de bağımsızlık isterler ve her seferinde aynı tehdide başvururlar tezini savunuyor. Ama bu, bir niyet okuma olarak yorumlanmaya elverişli, görünürdeki kısır döngüyü pekiştiren bir tez.
İçerisinde bütün kültürlerle birlikte Kürt kültürünün özgürce var olup gelişebileceği bir demokrasiye ulaşmak. 324 imzalı bildirgenin ve Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansının iradesi bu yönde. Kürt olsun olmasın aklı başında her yurttaşın istemi de herhalde bu yöndedir. Silah tutan elleri çok başka planlar yönetmiyorsa, gerçekleştirilebilir bir hedeftir bu. Tarık Ziya Ekinci'nin dediği gibi, "tek bir damla kan daha dökülmesin istiyoruz".
Bazen, hatta sık sık, bütün bunlar için çok mu geç kaldık sorusu zihnimde güç kazanıyor. Tanıdığım Kürtler bu soruya hayır yanıtını veriyorlar: Hayır, hiç de geç değil. Güç, ama hâlâ geç değil.