Soydaş politikalarına dair
===================
[22.8.2003 tarihli Radikal Kitap, "Dil meseleleri"; Dilimiz Dillerimiz, Metis Yay., s. 281]
Bu nasıl sevda?
Bırakınız anadilinizde yaygın bir biçimde kullanılan sözcükleri, herhangi bir dildeki bir sözcüğü bile “lağım faresi” diye nitelendirebilir misiniz? "Lağım faresi, süprüntü, zibidi" diyor resmen, Yavuz Bülent Bakiler, "yaşam" sözcüğüne (bkz. 22.7.2003 tarihli Tercüman).
Özel bir durum mu var? Hayır, yalnızca, kendi yazdığı gazetede, kendi sütununun da yer aldığı sayfanın başlığını söz konusu ediyor. Bu nasıl bir nefrettir?
Yavuz Bülent Bakiler'in söz konusu yazısı baştan sona belirtisel. Tarihteki bazı yurttaşlık politikalarına soydaş politikası kılığını giydiriyor sözgelimi. Bu amaçla, tanınmış iki dünya politikacısının sözlerini kullanıyor. Şöyle:
Bakiler'in aktardığına göre eski ABD Başkanı J.F. Kennedy bir konuşmasında, "[d]ünyanın neresinde olursa olsun, bir Amerika vatandaşına yapılan bir haksızlığı, bütün Amerika milletine yapılmış gibi kabul ederim" demiştir. Fransa Devlet Başkanı General De Gaulle de, "[d]ünyanın neresinde bir Fransız yaşıyorsa, bilinmelidir ki, bütün Fransız Milleti'nin kalbi, o Fransız kalbiyle birlikte çarpmaktadır" demiştir.
Bilindiği üzere Fransız politikası, etnik temele değil, yurttaşlık temeline dayalıdır ve Atatürk de Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlık ilkesi olarak bu ilkeyi benimsemiştir. Başka bir deyişle, General de Gaulle "Fransız" derken, tıpkı Kennedy gibi, "yurttaş"larından söz etmektedir.
Gelgelelim, Yavuz Bülent Bakiler, bu iki alıntının hemen ardından şöyle diyebiliyor: "Dünyada, milli sınırları dışında kalan soydaşlarıyla ilgilenmeyi suç sayan tek devlet galiba biziz. Niçin acaba?"
Dalgınlığınıza gelse, Bakiler'in ilk iki alıntısından bu sonucu çıkarmasındaki sorunu görmeyebilirsiniz. Oysa ne ABD Başkanı Kennedy "soydaş"larından söz etmektedir, ne de Fransa Devlet Başkanı General de Gaulle. Her ikisi de, çok açık olarak, dünyanın her yerindeki "yurttaş"larından söz etmekte, Yavuz Bülent Bakiler ise "soydaş"la "yurttaş"ı birbirine karıştırmaktadır.
Bakiler, soydaş politikalarıyla haşır neşir belli ki. "Soydaş politikaları" dediğim, son örneği "Türkmen kartı" olan ırkçı politikalar.
Türkmenler, Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşı olan ve olmayan Türklerin soydaşıdır, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ya da Türkiye toplumunun soydaşı değil. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ya da Türkiye toplumunun soydaşlarından söz etmeye kalkacak olursak, o zaman "soydaş" başlığı altında, aralarında Ermenilerin, Azerilerin, Kürtlerin, Arapların, Yunanlıların, Çerkezlerin ve daha başkalarının da bulunduğu pek çok halkı saymamız gerekecektir, çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm bu "soy"lara mensup yurttaşları vardır ve bir “soydaş” politikası güdülmesi durumunda, tüm yurttaşlarımızın soydaşlarının hesaba katılması gerekir. Bu da ancak kültürel çerçevede anlam kazanabilecek ve "soydaş"tan farklı terimlerle, kültür politikaları terimleriyle dile getirilmesi gerekecek bir politika olur.
Türkçe ve genel olarak dil söz konusu olduğunda, ırkçı-şoven-milliyetçi çizgidekilerin ayırt edici tavırları nelerdir, bunları topluca gösteriyor bize Yavuz Bülent Bakiler’in söz konusu yazısı. Bugün yaşamakta olan Türk dil ve lehçeleri arasında hiyerarşi güderek Türkiye Türkçesini tüm Türk dillerinin efendisi sayıyor; Türk dil ve lehçeleri arasındaki ilişkiyi, eşitlik temeline dayalı kültür alışverişleri çerçevesinde değil, emperyal bir çerçevede tanımlıyor.
Tehlikede olan diller arasında Türkiye Türkçesini saymak gerektiğinde ise bunun nedeni olarak, "Türkçe'nin Türkiye'nin, Türk Milleti'nin büyük düşmanları"nı gösteriyor; küreselleşme olgusunun yüzlerce ve binlerce dili bu tehlikeye düşürdüğünü ise, bilerek ya da bilmeyerek göz ardı ediyor.
Başka bir deyişle, Bakiler, Türkçe dışındaki dilleri sevmeyip onlara karşı üstünlük davası güdenlerin tipik bir temsilcisi olarak konuşuyor. Türkçeye olan sevdası ise, Türkçe sözcükler için kullandığı, “lağım faresi, süprüntü, zibidi” gibi sıfatlardan ölçülebilir. Sözcük beğenmemek herkesin hakkıdır, önerilen ya da kullanılan sözcükler hep eleştirilir; ne var ki, böylesine bir küfür, böylesine bir nefret, herhalde görülmemiştir.
===========================================
*
[11.3. 2005 tarihli Radikal Kitap, "Dil meseleleri"]
Dikkatsizlikler
anadili/ ortak dil
Yılların tekçi politikaları yüzünden, anadili Türkçe olanlarımızdan çoğunun söylemine bir dışlayıcılık yerleşti. Dilsel dışlayıcılık. Tekçi söylemin tipik göstergelerinden biri "soydaşlarımız"sa, ikincisi de "anadilimiz". Nedense, "anadili=Türkçe" formülünü tüm toplum düzeyinde kullanmanın sakıncaları konusunda bir türlü uyanamıyor insanlar. Devletin en yetkili kişilerinin yurttaş yerine soydaş demeleri gibi, dil alanının yetkilileri de ortak dilimiz yerine anadili demekte ayak diriyor.
Anadilimiz dediğiniz zaman bundan Türkçenin anlaşılması için, bağlamın yalnızca anadili Türkçe olan kimseleri kapsaması gerekir. Böyle değil de toplumumuzun bütününü söz konusu ediyorsak, "anadilimiz" sözcüğünü tekil kullanmak bilimsel bir hata yapmak anlamına gelir.
Çok yaygın olan bu hatanın son örneklerden biri, AKDTYKTDK Başkanı Şükrü Halûk Akalın'ın Ali Püsküllüoğlu'na yazdığı "Basın Açıklaması". Bu açıklamada Püsküllüoğlu'na 7.2.2005 tarihli Milliyet gazetesindeki bir yazısıyla ilgili olarak teşekkür var. AKDTYKTDK'nın internet sitesinde yayımlanan açıklamadaki teşekkür şöyle gerekçelendirilmiş:
"Ana dilimiz Türkçe ile ilgili konuları gündeme getirdiğiniz için..."
Bu metin kamuya açık olmayıp iki kişi arasında kalacak olsa elbette itiraz götürecek bir yanı olmazdı. Anadili Türkçe olan iki ya da daha çok kimse arasında böyle bir söylemden daha doğalı olamaz.
Gelgelelim, söz konusu olan bir açık mektupsa ve yazarı bir devlet kurumunun başkanıysa işler bütünüyle değişiyor. Bu konumdaki bir kimse "biz" adılını hangi içerikle kullandığına dikkat etmek zorunda. Böyle kimseler "biz" dediğinde, özel sıfatlarla özel bağlamlar dışında, bunun tüm yurttaşları kapsaması beklenir. Söz konusu açıklama için ise herhangi bir özel bağlam yok, yine de yalnızca anadili Türkçe olanları kapsayan bir söylem kullanılmış.
Anadili kavramının bir çekiciliği var sanıyorum: Bilimsel açıdan "ortak dilimiz" demenin doğru olacağı bağlamlar gibi, "dilimiz" ya da "Türkçe" demenin yeterli olacağı bağlamlarda da "anadilimiz" deme gereği duyuluyor. Unutulan nokta şu ki, aynı çekicilik, anadili Türkçe olmayanlar için de geçerli.
======================================
*
[3.6.2005 tarihli Radikal Kitap, "Dil meseleleri"]
Birbirine karışanlar
.........................
vatandaş?
Başka ülkelerin Türklerinden söz ederken bir türlü uygun bir adlandırma bulunamıyor. Bir bakıyorsunuz "soydaş", bir bakıyorsunuz "vatandaş" denmiş.
Emekli General Nejat Eslen de, "Kıbrıs'taki vatandaşlarımızın güvenliği" diyordu (Kanal Türk, 20.4.2005). Bağlamdan anlaşılan ise Kıbrıs'taki vatandaşlarımız değil, Kıbrıslı Türklerdi.
.................................................
======================================
*
[22.9.2006 tarihli Radikal Kitap, "Dil meseleleri"]
soydaş/yurttaş
"Soy" sözcüğünün anlamı, "ırk" sözcüğünün anlam alanı içindedir. Devlet politikalarını "soydaşlarımız" ölçütüne dayandırmak ise ırkçılığın en açık türlerinden biri.
"Soydaş/yurttaş" karışıklığına çok sık rastlanıyor. Yurttaşlık, modern toplumların kurucu ilkelerinden. Bu arada, hiç değilse kâğıt üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu ilkelerinden birini de "yurttaş" kavramı oluşturuyor. Karışıklık dediğim, bu kavramın yerine "soydaş"ın konulması.
Bu çok belirleyici ve vahim karışıklığa daha önce de değinmiştim (bkz. 22.8.2003, 11.3.2005 ve 3.6.2005 tarihli Dil Meseleleri).
Yeni ve öncekilerden daha vahim bir örneğe, Hulki Cevizoğlu'nun 15.9.2006 tarihli Ceviz Kabuğu programında tanık oldum. Daha vahim olan nokta, karıştıran kişinin Özel Harp Dairesi gibi "yaşamsal" bir kurumda sorumlu konumlarda bulunmuş birisi olması.
Programın başını ve sonunu izleyemediğim için adını kaydedemediğim bu eski sorumlunun, hangi ülkelere asker gönderilebileceği konusunda iki ilke gözettiği anlaşılıyor: Müslümanlık ve soydaşlık. Kendisi, daha önce asker gönderilmiş olan Kosova, Afganistan, Kıbrıs gibi ülkelerin durumuyla Lübnan'ın durumunu karşılaştırırken bu ülkelerde Müslümanların ve "soydaşlarımız"ın bulunmasını ölçüt alıyor. (Programın benim izleyebildiğim bölümünde Kore'den söz edilmedi.)
Lübnan söz konusu olduğunda, Müslümanlığın Hizbullah türünü bir biçimde dışlamış görünüyor Cevizoğlu'nun konuğu. Çoğumuz gibi Lübnan'a asker gönderilmesine o da karşı; ancak, öne çıkan gerekçesi, Lübnan'da "soydaşlarımız"ın bulunmaması.
Acaba, Özel Harp Dairesi'nde sorumlu konumda bulunmuş bir insanın, bu karışıklığın bilincinde olmaması düşünülebilir mi? Benzer bir soru, programlarında izleyicinin aklından geçebilecek soruları sezip konuğuna yöneltmeyi genellikle görev bilen Hulki Cevizoğlu için de geçerli: Cevizoğlu, ya "soydaş/yurttaş" ayrımının farkında değil, ya da farkında olmakla birlikte, karışıklığın adını koymak istemiyor, konuğuna bu konuda soru yöneltmiyor. Belki de izleyicilerde böyle bir soru uyanmayacağını düşünüyor.
Cevizoğlu bu soruyu programın çok geç saatlerinde sormuş mudur, bilmiyorum. Sorduysa da geç kalmıştır.
Yineliyorum: Türkiye Cumhuriyeti devletinin ya da Türkiye toplumunun soydaşlarından söz etmeye kalkacak olursak, o zaman "soydaş" başlığı altında pek çok halkı saymamız gerekecektir, çünkü pek çok ülke gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin de çeşitli "soy"lara mensup yurttaşları vardır ve bir “soydaş” politikası güdülmesi durumunda tüm yurttaşlarımızın soydaşlarının hesaba katılması gerekir. Bu da ancak kültürel çerçevede anlam kazanabilecek ve "soydaş"tan farklı terimlerle, kültür politikaları terimleriyle dile getirilmesi gereken bir politika olur.
................................................
======================================
*
[4.9.2008 tarihli Radikal]
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un görev devralma konuşmasında, yaşamsal önem taşıyan bir metin içi tutarsızlık vardı. Devlet adına konuşurken 'soydaşlarımız' denmesiyle ortaya çıkan o tipik tutarsızlık. Başbuğ, aynı bağlam içinde hem 'Türk' üstkimliğinin etnik olmadığını söylüyordu, hem de Kerkük'teki Türkmenlerden 'soydaşlarımız' diye söz ediyordu.
Bu tutarsızlığa ilk kez İlker Başbuğ'un konuşmasında rastlamadığımız gibi, benim de konuya ilk değinişim değil. Radikal gazetesinin Kitap ekinde yayımlanmış olan Dil Meseleleri sütununda, ilki 22.8.2003 tarihinde olmak üzere üç kez daha dikkat çekmiştim bu soruna: Kerkük Türkmenleri, etnik Türklerin soydaşlarıdır, 'Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları' anlamındaki Türklerin değil.
'Soydaş' kavramına başvurduğunuz anda, etnik olanın alanına girmiş, yani bağlam değiştirmiş oluyorsunuz. Cumhuriyetin Genelkurmay Başkanı sıfatıyla konuşurken kullandığınız "biz" adılı (zamiri), kökeni her ne olursa olsun 'yurttaş Türkler'in tümünü içermek zorundadır; hem söylemde tutarlılık açısından, hem de hiçbir yurttaşımızı dışlamamak açısından.
Etnik Türk olmayan yurttaşlarımız bu 'soydaşlık' söylemleri karşısında neler hisseder, bunu anlamak zor mudur bilmiyorum. Bu söylemin yıllar yılı biriktirmiş olabileceği dışlanmışlık duygusu hesaba katılmadan hiçbir çözümleme yapılamaz bence. Böyle bir birikmişlik olmasa, dışarıdan gelen hiçbir kışkırtma, ciddiye alınır bir sonuç yaratmayı başaramazdı.
Bu söylem sorunu, hem bütün anlamlarıyla yaşamsal olan bir bunalımı temsil ediyor, hem de o bunalımın yaratılmasında pay sahibi.