Ba-rış-sız-lı-ğı-mız
Barış kavramı açısından bugünün
Türkiye’sinde başlıca problemler neler?
Tek tek ele almaya çalışacağım.
*
Savaşların ve çatışmaların nedenlerinden söz
edilir. Tarih derslerinde, belirli bir savaştan söz ederken “gerçek neden” ve
“zahirî neden” ayrımı yapılır. Birinci Dünya Savaşı’nın zahirî (görünürdeki)
nedeni Avusturya veliahtının öldürülmesiydi, diye örnek verilir. Gerçek neden
konusunda ise görüşler farklılaşır.
Kişisel olarak, birinci ve ikinci dünya
savaşlarının emperyalist paylaşım savaşları olduğu yönündeki tezi benimsiyorum.
Dünya savaşları emperyal devletler arasındaki savaşlardır.
Yerel ve bölgesel savaşlar ise, orta boy
devletlerin güç kazandıkça emperyal eğilimlere kapılmaları temeline dayanıyor
ve büyük emperyallerden bağımsız olamıyor.
Biz eski tip bir emperyal devletin kalıntısı
olan orta boy bir cumhuriyetiz. Kurucu önder Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda
sulh” diye ifade ettiği savaş karşıtlığı bizi savaşlardan ve dış çatışmalardan
hiç değilse 1950’lere kadar korumuştu. Ancak, barış kültürümüz
geliştirilmediğinden, Kore’ye asker gönderilmesine karşı çıkan bir avuç insan
hapsedildi, barış akademisyeni Behice Boran çocuğunu hapiste doğurmak zorunda
kaldı. Gelişmeyen geride kalır yasası barış için de geçerli.
Barış kültürümüzün geliştirilmemesi
“toplumsal barış”ın gözetilmemesi anlamına geliyor. Bu da eski usul, devletin yukarıdan
dayattığı politikaları kabul etmeyenlerin zorla yola getirilmesi demek. Zor
yolu, şiddetin yolu: yok etme, yok sayma, hapsetme, işsiz bırakma, lekeleme... Bunların
başlıca politika haline gelmesine siyaset biliminde devlet terörü adı
veriliyor. Bunu diyemediğimizde “baskı ve sindirme” diyoruz.
Kürt sorunu yalnızca elbirliğiyle, yoğun bir
barış kültürü geliştirerek, hukuk, özgürlük ve dayanışmayla çözebileceğimiz bir
düğümdür. Bunun tersini yaptığımız için düğüm her adımda bir tık daha sıkıştı, çözümü
bir tık daha zorlaştı.
Bulunduğumuz noktanın yakıcı yönleri neler?
Bunu derken, büyük emperyaller geldi burnunu
bölgeye soktu, şunun oyunu böyle onun oyunu şöyle gibilerden aşikâr bilgileri
tekrara kalkışmayacağım. Asgari düzeyde, kendi burnumuzun dibine bakan şeyler
söyleyeceğim, soru-yanıt biçiminde.
1) Nasıl bir zeminde konuşuyoruz?
n Kamu önündeki, yani televizyonlardaki konuşmalarda
mağdur ya da ilgili tarafların mensupları yer almıyor. Farklı görüş diye
sunulanlar ancak yüzeydeki farklılıklar. Kadınlarla ilgili sorunlar
konuşuluyor, ortalıkta kadınlar, kadın hakları savunucuları, feministler yok. Kürt
sorunu konuşuluyor, HDP’den yıllardır tek katılımcı yok. Zaten önde gelen
temsilcileri çoktandır mahpus. Oysa bu yasal partiye gıyabında kıyasıya saldıranlar
oluyor. Gençlik ve doğa zaten konuşulamıyor bile.
Kısacası
toplum ikiye bölünmüş durumda: konuşabilenler ve konuşamayan, yalnızca kenar
mecralarda söz alabilenler. Oysa tv ekranlarında sanki herkes konuşabiliyormuş
gibi yapılıyor.
2) Neler konuşuluyor?
n Herkes konuşamadığı gibi, her şey de konuşulamıyor.
Çözüm Süreci döneminde anaakım televizyonlarda Kürt sorunu her akşam ana
konuydu. Öyle ki, insanlar başlangıçta sorunlar ortaya dökülüyor diye
sevinirken, kısa sürede bıktılar, çünkü hep aynı şeyler söyleniyor, geriye
kalan yine söylenemeden kalıyordu. Yılların insan hakları savunucusu, şiddet
karşıtı Tahir Elçi bir gün bu söylenemeyen cümlelerden birini söyledi ve
oracıkta kıyamet kopmaktan başka, Elçi de birkaç gün sonra Diyarbakır’daki bir
çatışmanın ortasında kalarak “kim vurduya” gitti ya da getirildi.
3) Elçi’nin sözü ne hakkındaydı?
n “Terör” terimi hakkındaydı. Kurduğu cümle tam olarak
aklımda değil ama, Kürt sorunu konusunda belirleyici önemdeki terimlerden biri söz
konusuydu. “Terör” ve türevleri. “Terörizm” kavramının şu son birkaç yılda ne
kadar yaygınlaştırılıp hepimizi kapsar hale getirildiğini, bu suçlamayla haksız
yere sayısız dava açılmış ve insanların karalanmış olduğunu hatırlatmak umarım
gerekmiyordur. Evrensel hukuk ile Türkiye’nin mevcut yasaları arasında bu
kavram açısından temel önemde farklar var. Avrupa Birliği ile Türkiye
arasındaki müzakerelerin kesintiye uğramasının başlıca nedenlerinden biri bu
farklılık. Ayrıntıları başta eski AİHM yargıcı Rıza Türmen olmak üzere
hukukçular yazdı. Söylemesi ayıp, ben de epey bir çalışıp Türmen’in yazısına
katkı niteliğinde, “Hukukta bulanıklık” başlıklı bir yazı kaleme aldım.[1] Şu
son aylarda, herhalde biraz da seçimler yaklaşıyor diye, iktidarın bu konudaki
sorunları kabul edip bir “yargı paketi” hazırladığı haberleri çıktı, hatta
Adalet Bakanı paketin mecliste öncelikli olarak görüşüleceğini söyledi. Ancak
her nedense paket yeni yasama yılına ertelendi, yine “öncelikli olarak”
görüşülecek vaadi ile. Şu an hâlâ, neyin terör olup neyin olmadığını konuşmanın
yeterince olanağı bulunmuyor. Bu tür durumlar nedeniyle olmalı, dünyanın her
yerinde ve bizim burada insan hakları savunucuları “terör” terimini kullanmayı
reddedip onun yerine “şiddet” demeyi seçiyorlar. Şiddet daha tanımlı, daha
kapsayıcı bir terim.
4) Ya “barış” kavramı?
n Kamu önünde konuşanların yeri geldikçe oybirliğiyle
tekrar ettikleri birkaç argümandan biri, “barış” teriminin ancak devletler
arasında söz konusu olabileceği, Kürt sorununda meselenin savaş/barış değil,
“terörle mücadele” olduğu şeklinde. bu bakış açısı toplum hiyerarşisinin
tepesinden konuşuyor, halkları, özellikle de devleti olmayan halkları barış
bahsinde resmen yok saymak istiyor. Oysa günümüz Türkiye’sinde barış çabası
gerektiren başlıca çatışma Kürt sorununda yaşanmaktadır. Ancak resmî dile
bakılırsa “Kürt sorunu” yoktur, varsa da sona ermiştir. Dolayısıyla artık
“çözüm” bile yok, yalnızca “terörle mücadele” var. Ulusalcı muhaliflerin büyük
bölümüne göre de öyle. Bu zihniyetteki yazılarda K, Ü, R ve T harfleri yalnızca
Türk yazmak için kullanılıyor. Kürtlere bir bütün olarak sahip çıkmak
gerektiğini kavramaktan hâlâ uzaklar.
5) İnsanlık tarihinin en uzun bölümü savaşlarla geçmiş,
barış dönemleri devede kulak mertebesinde, diyorlar.
n Televizyon yüzlerinden bir sayın emekli general bunu
her fırsatta söylüyor. Besbelli savaşın kaçınılmaz, barışın hayal, barışçılığın
hayalcilik olduğunu ima ediyor.
Kanımca burada yatan çok önemli, trajik bir etmen
var, adı konmayan, konuşulmayan noktalardan biri. Yalnızca yıllar önce yine bir
general ima etmişti, galiba bir genel kurmay başkanıydı. Barış/çözüm konusu
sorulduğunda, askeriyeyi kastederek, “bunu bize sormayın” demişti, “biz
tarafız”. Burada trajik olan, erinden en üst komutanına kadar tüm askerlerin,
savaşmak göreviyle yüklü olmaları, her tür ateşkes ve anlaşma kararının son
tahlilde asker olmayan siyasetçilerin yetki alanında olması gerçekliğidir. Her
ne kadar devletlerin bu konuları asker olan olmayan bir arada görüşen kurulları
(bizde MGK) varsa da, sonuçta dediğim gibi son tahlilde karar siyasilerindir.
Bizde güya savaş kararı meclisin yetkisindedir ama, zaten savaş ilân edilmiyor
ki günümüzde, gidip “operasyon” yapılıyor. ABD’sinden Rusya’sına kadar
emperyaller artık savaşları ilân etmeden yürütüyor. Öte yandan, savaşmanın
psikolojik yönü, yani ölmeye ve öldürmeye gidenlerin “başarı”sı, barışı marışı
düşünmemeyi gerektiriyor. Yoksa savaş iradeniz zayıflayabilir. Hedefe
odaklanacaksınız, o kadar. Büyük zekâ ve askerî strateji gerektirdiği söylenen askerlik
“sanatının” uygulamada barışı unutturmak gibi korkunç bir yönü var. Belki de
elinde silah bulunan her tür güç için benzer bir durum geçerli. Sonuçta barış
biz sivillerin, hatta “devlet dışı” anlamındaki
“sivil toplum”un işi. Zaten kalıcı barış, toplumun her kesimini
ilgilendiren, katılımsız gerçekleşemeyen bir durum. İnsanlığın en yüksek
ideali. Tarihin en büyük bölümü savaşlarla geçtiyse, gidiş yönü de önemli.
Dünya halklarının gözünde savaş artık eskisi gibi “olağan” bir durum değil. Savaşmak
isteyen silah tekelleri ve onların hempaları halkı savaşa ikna edebilmek için
türlü provokasyonlara başvurabiliyorlar. Artık esas olan savaş değil, barıştır.
6) Barış isteyen sesler son yıllarda epey güç kazandı.
Akademisyenlerin bildirisi ve şu son karşı bildiri de konuşulamayanlar arasında...
n Barış Akademisyenlerinin bildirisi çıkalı üç yıl oldu,
AYM kararı ve ardından gelen karşı bildiri anaakım yayınlarda çok tartışıldı,
ancak bir tek barış akademisyenine söz imkânı verildiğini görmedik. Bildiriye
verilen cezalar konusunda Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar 2019 temmuz sonu
ağustos başı tv ekranlarına uzun uzun konu oldu. Gelgelelim, program
davetlileri arasında bir tek imzacı göremedik. İmzacıların ifade özgürlüğünü
savunan hukukçuların katılabilmiş olması bile cesaret işareti olarak
hissedildi. Varsa yoksa bildirinin zamanlaması ve devleti eleştiren dili
konuşuldu. Dilin sertliği bir gerçek. Ancak, olayların sertliği düşünülünce,
başka türlü olması da zor. Kaldı ki, aydın kesiminin görevi devleti uyarmaktır
ve İsmail Beşikçi’den beri bizim toplumdan bazı yüz akı bilim insanları
çıkmaktadır. Söylediklerinin ayrıntılarına harfiyen katılmak diye bir şart
olamaz, yüzlerce insan bir metni imzalıyorsa orada mutlak bir oybirliği
varsayılamaz. Bildirinin esası önemlidir ve o esas, devletin zaman zaman elinin
ölçüsünün şaştığı, orantısız güç kullandığı uyarısında bulunuyordu. Kamuoyunun
güvenini kazanmış insan hakları savunucularının o dönem bölgeye gidip
yaptıkları gözlemlerin sonuçlarını duyurmaları da bildirinin içeriğinde rol
oynadı sanıyorum. Çatışma hallerinde güvenilir gözlemciler meselesi birinci
derecede önemlidir, çünkü çatışan tarafların her ikisi de gerçekleri
kendilerine göre haberleştirmek eğilimindedir, psikolojik üstünlük kazanmak
için. Zamanlama konusunda söylenenler ise mantık dışı, çünkü bizim toplumda söz
almak için sakin bir zamanı beklerseniz hiçbir zaman söz almayacaksınız
demektir. AYM’nin kararı toplumumuzda ifade özgürlüğü ihtiyacının kendisini ne
kadar hissettirdiğini gösterdi. “1071”li karşı bildiri tam da bu açıdan utanç
vericidir, çünkü barış akademisyenlerinin sözlerine katılmamakla yetinmeyip
(öyle olsa söylenecek bir şey olamazdı), işten atılma ve hapse atılma dahil tüm
cezaları da onaylamış oluyordu ki bu, akademik ortamın bittiği yerdir.
7) Peki son seçimlerde HDP’nin oynadığı rol ufuk açıcı
olabilecek mi?
n Bu soru, çok temel bir meseleyle iç içe. Biraz baştan
alayım. Cumhuriyet yönetimlerinin tekçi politikaları nedeniyle “yurtta barış
cihanda barış” ilkesi tepede kaldı, toplumsal barış kültürünün ve bilincinin
oluşması sürekli olarak engellenmiş oldu. Böyle bir bilinç ancak o korkunç
1990’lardan –failimeçhullerden, gözaltında kayıplardan- itibaren kendini ihtiyaç
olarak dayatmaya başladı. Bugün barışı dolaylı ya da dolaysız olarak, farklı
bakış açılarıyla mesele edinen sayısız kişi, grup ve kurum var. Ancak, çok
kabalaştırarak diyebilirim ki barış yanlıları arasında baştan beri tartışılan
bir öncelik meselesi de oldu: Kürt sorunu ayrı (dolaysız) olarak mı ele
alınmalıdır, yoksa temel mesele olan demokrasiyi geliştirmek hedefiyle birlikte
mi? Sanıyorum barış savunucuları olarak bu tartışma konusunda 2007’de Ankara’da
toplanan Türkiye Barışını Arıyor Konferansı’ndan bu yana çok yol aldık. Barış
isteyenler için artık böyle bir öncelik sonralık sorunu kalmadı, iki sürecin ne
kadar iç içe olduğu da yeterince yaşanarak anlaşıldı. Ancak, benim izlenimim
odur ki ‘demokratik gelişme Kürt sorununu da kendiliğinden çözecektir’ tezini örtülü
ya da açık olarak savunan çok çeşitli ve geniş kesimler var, CHP dahil. Bu
kesimlerin büyük bir bölümü, son seçimlere “Millet İttifakı” adıyla giren gruba
dahil. Tersinden de söyleyebiliriz: “Millet İttifakı”nın büyük bir bölümü böyle
düşünüyor.
Bence bütün siyasi kişi, kesim ve partiler,
toplumumuzun asgari müştereklerini netleştirmek açısından kişi ya da kurum
olarak kendi ayırt edici (karakteristik) özelliklerini değil, toplumun bütünü
için -anayasal düzeyde- temel ve vazgeçilmez kabul ettiği ilkeleri tanımlayıp
yayımlamalıdır. İş bununla bitmiyor. Siyasi parti denen kurumların, özellikle
kitle partilerinin ve parti içi demokrasiyi önemseyenlerin, ha deyince tavır
almalarını güçleştiren bir yapıları olduğu da bir gerçek. Bu kurumlar kendilerini
topluma örnek olabilecek kadar hazır hissetmedikleri noktalarda boy
göstermekten geri duruyorlar. Son seçimlerin de gösterdiği üzere, ancak zorlayıcı
etkinleşme ölçüsünde aşama kaydediyorlar. Bizim barış sorunumuz, derinlemesine etkinleşme
ihtiyacı içinde. Sözgelimi, insan hakları, ifade ve basın özgürlüğü, nefret
suçları, ayrımcılık, hukukun üstünlüğü gibi kavramların, ezberlenmek üzere
değil, içselleştirilmek üzere “yurttaşlık bilgisi”ne hızla dahil edilmesi
hayati bir ihtiyaç. Demokratikleşmeyi temel meselemiz sayan herkesin bu
hedefleri geciktirmeden gündeme alması şart. Bunlar Kürt sorununun çözümünden
ve kalıcı barıştan ayrı düşünülemez.
8) Ya Barış Vakfı? Bütün bunların içinde nerede duruyor?
n Üyesi olduğum Barış Vakfı, çabalarının odağına
dolaysız olarak Kürt barışını yerleştiren bir gruplaşma. Özellikle, az önce
“etkinleşme” dediğim işleve katkıda bulunma çabası içinde. Olup biten her şeye
barış açısından bakmayı ve dünyadaki benzer süreçlerin deneyimlerinden dersler
çıkarmayı önemsiyor.[2]
Günümüzde herhangi bir siyasi tavrı olup da
Kürt sorunu konusunda söz almayan kişi, grup ya da kurumların, durumu yeterince
sorguladığı ya da bilinç düzeyine çıkardığı kanısında değilim. Bir çatışmanın
çözümü konusunda fikir ve çaba –hangisi olursa olsun- ortaya koymuyorsak, doğrudan
ya da dolaylı olarak o çatışmanın şiddet yoluyla çözülünceye kadar devam
etmesine onay vermiş olmuyor muyuz?
NOT. Bu yazı, Ağustos 2019’da,
1 Eylül Barış Günü için yazıldı, Dilop dergisinin Eylül-Ekim 2019 tarihli
sayısında (sayı 10) yayımlandı.
[1] Bkz. 12 Nisan 2017 tarihli
Cumhuriyet Akademi ya da: http://necmiyealpay.blogspot.com/p/12-nisan-2017-tarihli-cumhuriyet.html
[2] Ayrıntılar için bkz. Barış Açısını Savunmak, Metis Yay.,
2015; vakfın internet sitesi: http://barisvakfi.org/