[Üç Nokta dergisi,
Sayı 8, Güz 2012]
"Muhafazakâr
sanat" soruşturmasına yanıt
Sanat ve sulta
"Muhafazakâr sanat" kavramı birkaç ay önce gündeme
girdi ve siyasi gücün sanata tasallutlarından biri olarak tarihte yerini aldı.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen'in güdümlediği
(bkz. 25 Mart 2012 tarihli gazeteler) manifestoyu (bkz. 10 Nisan 2012 tarihli Zaman
gazetesi) kaleme alan İskender Pala, kavramın tartışılmasını naif bir ekonomist
gerekçeye ("ekonomik yeterlik eşiğinin yükselmesi") bağladığı
yazısında, "muhafazakâr" sıfatını kişi olarak üstleniyor, bu "kimliği"yle
"muhafazakâr sanat" adlandırmasını "sınırlayıcı" bulduğunu
söylüyor, yine de ardından sıraladığı maddelerin bütününde aynı adlandırmayı (tam
21 kez) kullanmaktan kaçınmıyordu. Tutarlılık, düşünce yazısının alfabetik
düzeydeki gereklerinden biridir. Ama eğer metniniz yenir yutulur gibi değilse,
tutarsızlığı göze almanız, anahtar kavramı hem önerip hem de sınırlayıcı
bulduğunuzu söylemeniz ve metne 6. madde gibi bir iki supap yerleştirmeniz
kaçınılmazdır, öyle değil mi?
Pala'nın 20 maddesinin içinde, kaynağı özcü bir
milliyetçilik ve alfabetik düzeyde bir yol göstericilik olmayıp özgün bir sanat
anlayışı olan bir madde bulunmuyor. Belki tek istisnayla: Postmodern 'pastiş'
kavramını hatırlatan "harmanlayarak üretim yapma ideali" (md. 11). Bu
hükmü de, postmodernizme kapılanmaktan çok, manifestonun supaplarından biri
olarak okumak eğilimindeyim.
"Muhafazakâr
sanat" kavramı tarihsel olarak belirli bir kavram kümesine kayıtlanıyor. Kümedeki
diğer öğeler şunlar: Millî Edebiyat, devrimci [sanat, edebiyat],
toplumcu gerçekçi [sanat, edebiyat], İslami [sanat, edebiyat]' ve benzeri
adlarla anılan, bir bölümü aynı zamanda akım adı olan kavramlar. Bu öğelerin belirleyici
ortak özelliklerinden biri sanat dışı alanlardan hareket etmeleri, diğeri ise dolaysız
bir biçimde siyasi güç destekli olmalarıdır, o arada rastlanabilecek her tür
devrimci ve fırsatçı tavrı da içermek üzere.
Andığım kavramların devlet ve siyasi iktidar ilişkileri birbirinden
farklıdır. En dolaysız ilişkiyi ise "muhafazakâr
sanat" kavramı kurmuş oldu. Ne ilişki kurması, doğrudan devlet siparişiyle
kurulan bir akım olmaya adaylığını koyarak doğdu bu kavram. Bu edimin adı
tasallut, durumun adı ise sultadır (Akif Beki'ye de hatırlatmıştım bir yazıda:
'Sulta' sözcüğü de tıpkı 'tasallut' gibi 'saltanat' sözcüğüyle aynı kökten
gelir).
Akılda tutulması gereken bir nokta, andığım kavramların ve
benzerlerinin sonsal olarak, yani eleştirel ya da analitik ihtiyaçlar açısından
başvurulması gerekebilen kavramlar olduğudur. Böyle bir ihtiyaç duyabiliyoruz,
çünkü tarihsel, yani önerilip savunulmuş olan her kavram, siz onu ister
olumlayın ister olumlamayın, bir konu/nesne olarak varlık kazanmış demektir.
"Muhafazakâr sanat" dahil, yukarıdaki kümede yer alan tüm kavramlar
da anılması ve ret ya da kabulden önce üzerinde düşünülüp söz söylenmesi
gereken kavramsal varlıklardır, tıpkı şu an okumakta olduğunuz yazıdaki gibi.
Kaldı ki, poetikalarında bu kavramları benimsemiş olan büyük yapıt sahipleri de
vardır. Yapıtın, yaratıcısından özerkliği meselesidir bu.
Dolayısıyla, sanat dışından hareket ediyorlar diye bu
kavramlardan mutlak bir biçimde kaçınmayı öneriyor filan değilim. Ancak, farklı
açılardan baktığımız bağlamlarda ihtiyaç duyabileceğimiz birer açıklayıcı öğe
olabilen bu kavramların, önsel olarak kullanıldıklarında, şu son manifestodaki
gibi bir dogmanın anahtarına dönüşme tehlikesini taşıdıklarını vurgulamak
istiyorum.
'Bireyci [sanat], dinsiz [sanat], burjuva [sanat]' (Pala'nın
metninde: "bayağı"---) gibi çeşitli suçlama sözlerini davet ederek
totaliter eğilimlere zemin hazırlayabilen ve belki de her zaman zaten totaliter
eğilimlerden kaynaklanan kavramlar çünkü bunlar. Tümünün temelinde araçsalcı (sanatı siyasetin dolaysız bir
aracına dönüştürmek isteyen) anlayışların kaygan zemini ve elbette çoğu kez
reel siyasetin yüksek ivmeli çıkarcı güdüleri yatıyor çünkü.
"Muhafazakâr
sanat" önerisine tarihsel konumlanışı açısından biraz daha yakından
bakalım. 'Muhafazakâr' sıfatı, değiştiricilikten çok koruyuculukla belirlenen
politika ve tavırları anlatır. Ve sanat alanına değil, dolaysız siyaset ile
toplumsalın alanına ait bir terimdir. Daha doğrusu, modern batı dünyasında
öyledir.
Kavramın bizim
toplumdaki gelişimi biraz farklı. Yakın zamanlara kadar Türkçedeki 'muhafazakâr'
sözcüğü yalnızca belirli (dinsel geleneklere bağlı kalmış) bir yaşam tarzına
işaret etmek için kullanılırdı, siyaset alanında rastlanan bir terim değildi.
Siyaset alanında evrensel anlamıyla muhafazakâr sayılabilecek olan kişi ve
kesimler dahi kendilerini kolay kolay öyle tanımlamaz, tanımlasalar bile bunu
istikrarlı bir siyasal sıfat olarak taşı(ya)mazlardı. Ne de olsa, altı oktan
biri olan "inkılâpçılık", bunun karşıtı olarak tanımlanan muhafazakârlığa
gayrimeşru bir tını yüklemeye yetiyordu ve bu dışlayıcı bakış açısı yalnızca parti
olarak CHP'ye değil, 'devlet'in ve siyasetin sahipliğine de içkindi.
İki terimin dilsel
serüveni ilginçtir: Siyasette 'muhafazakâr'lığın olumsuzlanması 'tutucu'
sözcüğüyle mühürlenirken, 'inkılâp' sözcüğü 1960'ların rüzgârıyla 'devrim'
sözcüğüne evrilerek anlatım düzlemindeki hegemonik yerini yenilemiştir. Bugünün
çok çeşitli devrimci görüş ve akımlarının yanı sıra, 'asker-sivil-aydın'
formülüyle yakın gelecekte kavuşulabilecek bir fiilî iktidar beklentisi yaratan
ve bugünün ulusalcılığına uzanan (gerçekte 'inkılâpçı' kalan) bir ideolojik
çizgi de o süreçte oluşmuştur. Bu çizgi gerçekte ulusalcılığını 'antiemperyalizm'e
dayandırmak isterken kendi ülkesindeki egemenlerin emperyalizmini gizlemekle malûldür.
Oysa kendi emperyalizmimiz, çoktandır gizlenebilir bir yanı kalmadığından, artık
ulusalcı demagojiyle iş göremiyor ve başka bir meşrulaştırıcı ideolojiye ihtiyaç
duyuyor. Kurtulması gereken bir ayak bağı daha var: İslamcılık damgası. İslamcılık,
gerçekte vazgeçilmesi zor bir ideoloji, çünkü Kürtlerin bir bölümü nezdinde ve Ortadoğu
karşısında meşrulaştırıcı işlev görebildiği gibi, içeride de bastırıldığı yerde
geri dönme enerjisini tam olarak tüketmiş değil. Ancak, Kürtlerin en aktif
kesimi karşısında ve batı nezdinde Kıbrıs ile AB konularında işe yarayacak
sıfat, ılımlısı bile şaibeli ve belirsiz kaçabilen 'İslamcılık' olamıyor. 'Muhafazakârlık'
kavramı tam bu hegemonya dönüşümü sürecinde devreye girmektedir.
Siyaset alanında 'muhafazakârlık'
kavramı, İslamcı geleneğe bir 'normalleşme' yani kapitalizmin ihtiyaçlarına
karşılık verebilecek biçimde ve ölçüde modernleşme olanağı sağlama işlevini
görmek üzere işbaşında. Yakın zamanlara kadar 'şeriat tehlikesi arzeden ya da o
tehlikeye geçit veren gericiler' olarak algılanmaktan kurtulamayan çok geniş toplumsal
kesimlere bugün 'muhafazakâr' gibi sistem içi bir sıfatla meşruluk kapısı açılıyor.
Artık bizim de batıdaki gibi muhafazakâr partimiz ve şanlı şerefli siyasi
muhafazakârlarımız olabilecektir. O aşamadayız: İktisadi ve sosyal liberalizasyon
tam gaz yol aldı ve rejimin (sağlık sisteminin mesela) muhafaza etmekten
kaçınılacak pek bir yanı kalmadı. Kim tutar muhafazakârları!
Kavramın siyaset
alanına adım atar atmaz devlet güdümüyle sanata da önerilmesi ise rejimin
batıyla olan farkını ortaya koyan, başlı başına belirtisel ve özgül bir durum. İşbaşındaki
iktidar blokunun bu temelde bir manifestoya ihtiyaç duymasının iki nedeni
olabilir: 1) Kendisini manifesto yayımlayacak kadar pekişmiş, ancak manifesto yayımlamadan
edemeyecek kadar da pekişmemiş hissetmesi; 2) Kendisine sanat alanından
gelebilecek meydan okumalardan çekinmesi ve atacağı yeni adımlar için önlem
almak istemesi. Gelgelelim, nedenleri ne olursa olsun, "muhafazakâr
sanat" harekâtının çizdiği tablo tıpkı kendisi gibi ancak sanat dışı
sıfatlarla yorumlanabilir: Totalitarist eğilim, gibi.
"Muhafazakâr"
sözcüğünün değilse de, 'muhafaza'nın genel bir kavram olarak sanatta yeri vardır
aslında: Müzik ve tiyatro okulları için kullandığımız Latince kökenli
'konservatuar' sözcüğünün kökeninde 'kölenin hayatını bağışlamak' ve 'korumak'
anlamları yatıyor. Müzeler için, 'muhafız' anlamıyla başlayıp günümüzde
'küratör' anlamına kadar gelen 'konservatör' sıfatı kullanılagelmiştir: Muhafızlıktan
gelip küratörlüğe evrilen bir kariyer, sanatın evrimine de ayna tutuyor.
Muhafızlar elbette hâlâ yerinde yine! Ama metropollerde, işlevleri de adları
gibi farklılaşalı çok oldu. Müzelerle sanat okulları çok zamandır 'muhafaza'nın
ötelerinde işlev görmeye çalışıyor. Bizim buraların modern müzelerinde de öyle
aslında. Konservatuarları pek bilmiyorum, ama en büyük müzenin geçenlerde
istifa eden müdürü dolayısıyla izlediğimiz haline bakılırsa, devletin yönettiği
ve yönetmek istediği her tür sanatsal işlev, işin muhafızlık kısmına takılıp
kalıyor. Belki iktidar sahipleri yıktıkları, kapattıkları, ödeneklerini
kestikleri her sanat etkinliğini seyrederek eğleniyorlardır. O arada muhafaza
edeceğiz diye kanepeleri kendi dairesine götürenler de çıkıyor işte.
===============================================