AltÜst
dergisi, sayı 25, Ocak-Mart 2018
NECMİYE ALPAY SÖYLEŞİSİ:
“Devrimleri
hiç kimse yaratamaz. Bence, her zaman çok net göremediğimiz birikimlerdir
devrimi başlatan.”
Mustafa
Arslantunalı: Önce
bu son tutukluluktan, Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği'nden başlayalım. Nasıl
geçti? 12 Eylül dönemindeki hapishanelerle şimdikileri karşılaştırabilir misin?
Necmiye Alpay: En çok sorulan soruyu sordun.
Tabii, Bakırköy Cezaevi söz konusu olunca karşılaştırmak çok az mümkün, çünkü
12 Eylül zamanında Diyarbakır Cezaevi bir numara, Mamak Cezaevi iki numaraydı,
cehennem olmak açısından. Bakırköy öyle değil. Tabii her cezaevinin değişmez
korkunç koşulu o korkunç demir kapılar... Açılması çok zor ve sen şunu çok iyi
biliyorsun: Bir felaket olsa, bir yangın olsa kimse senin kapını açmakla meşgul
olmaz. "Senin kapın" dediğim de işte koğuş dedikleri yerin kapısı.
Sadece koğuşta değil, seni mahkemeye götürürken, hastaneye götürürken
taşıdıkları hapishane arabası, ring arabası diyorlar, o da koğuşun bir başka
versiyonu. Yani demir kapılar, demir büyük kilitler var ve orada da sen yansan,
araba yansa kimse seni kurtarmakla ilgilenmez.
Nurcan Gündoğan: Böyle bir şey olmuştu zaten.
NA: Doğru. Erzurum’da mı,
Erzincan’da mı, altı kişi o şekilde ölmüştü. Çünkü içinde küçük küçük hücreler
var o ring dedikleri otobüslerin. Bu iki öğe bütün hapishanelerin değişmez
öğeleri. Ama bunun ötesinde, Mamak Cezaevi kesintisiz bir işkence yeriydi. En
azından ilk yıllar... Ben '84 yılının Temmuz ayında çıktım, yani tam üçüncü
yıldönümümde. Son aylarda sadece daha iyiydi, çünkü uzunca, 40 gün süren mutlak
bir açlık grevi yapmıştık. O mutlak açlık grevinden sonra işkenceler çok
azaldı. Hatta bizim kadın koğuşlarında sıfıra indi bile diyebilirim. Çünkü biz
baştan beri birtakım direnişler içindeydik.
NG: Kadın olmanın daha çok şiddet
görmekle bir ilgisi oluyor mu? Mesela şimdi polis kadına iyice düşman ve daha
sert davranıyor ya...12 Eylül’de de var mıydı bu?
NA: Yok, hiç öyle hissetmedik. Ama
hani ‘siz kadınsınız, size daha iyi davranalım’ gibi bir duyguyu da
hissetmedik. Şu anlamda evet; daha çok dayak yedik. Çünkü biz baştan beri
dayatılan şeyleri yapmadık. Dayatılan neydi? Asker olmadığımız halde bizden
asker gibi talim yapmamızı istiyorlardı. Günde 15 dakika havalandırma hakkın
var. O 15 dakika içinde sen rap rap rap talim yapacaksın. Sabah erken birtakım
metinler veriyorlar sana, İstiklal Marşı’nın bütün kıtaları mesela; onları
ezberleyeceksin ve emredildiğinde de avazın çıktığı kadar bağırarak
okuyacaksın!
MA: Tektip?
NA: Tek tip '84’ün Şubat ayından
itibaren dayatıldı. Bardağı taşıran damlaydı,
açlık grevleri biraz da o yüzden başladı. Erkeklere tek tip kıyafet
denince açlık grevi başladı. Giymemeye karar verdiler. Direndiler ama ne yazık
ki o direniş kırıldı ve giydiler sonuçta mavi elbiseleri. Bakırköy'de hiç böyle
şeyler yok. Gördüğüm kadarıyla Bakırköy’deki kötülük, işte anlattığım kadar.
Bir de kışın ortak alanın Sibirya gibi soğuk olması var. Bunlar da az şey değil
ama, hani “karşılaştır” deyince... Onun dışında orası aslında büyük ölçüde
sivil bir cezaevi. Siyasî cezaevi değil. Dolayısıyla sivil kadınlardan
bazılarının bir miktar cazgırlık yapması halinde yaka paça götürüldüğü
sahnelere tanık oldum. Bunun gibi asayişe karşı bir olay olduğunda seni alıp
sanırım tecrit hücrelerine koyuyorlar. O tecrit hücrelerine, gittiğinde ilk
seferde bir akşam, bazen üç akşam geçiriyorsun. Onun da adı müşahade koğuşu.
Gözlemliyorlar seni; acaba saldırgan mısın, sakin misin diye. Nasıl birisi
olduğunu görmeye çalışıyorlar. Sonra ilk dağıtımda yolluyorlar seni. Dağıtım
dedikleri, koğuşa gönderilmek. Hani boş bulunsan yatılı okul gibi bir yer
diyebilirsin Bakırköy için. İşin doğrusu bu.
MA: Ama bu, eskiden hapishane
tecrübesi olan biri için böyledir sanırım. İlk defa hapse giren biri için öyle
olmaz herhalde?
NA: Evet. Aslı Erdoğan benden önce
gözaltına alınmıştı. Aslı için bu ilk deneyimdi ve korkunçtu tabii. Tam bir
şoktu ve gerçekten çok zor yaşıyordu o günleri. Ben gittiğimde de hâlâ kendine
gelebilmiş değildi.
NG: Ama bir taraftan da yirmili
yaşlarında içeri girip müebbet almış bir sürü insan var değil mi? Onlar için
daha korkunç bir şey aslında...
NA: Aslı tabii onları henüz tam
göremiyordu. Aynı koğuşta senin tam bu tarif ettiğin durumda olan insanlar
vardı. Öğrenci mesela. Ağırlaştırılmış müebbet ile yargılanıyor diye bana bir
genç kızı gösterdiler. Bir ay geçmedi, tahliye oldu. Bu açıdan tam tamına 12
Eylül’e benziyor. Çünkü 12 Eylül’de de aynı blokta kaldığımız birisi 16
yaşındaydı, idamla yargılanıyordu ve bu kızların saçları falan kalmamıştı
kafasında gerginlikten. Çünkü böyle bir tecrübe de yoktu, ciddiye alıyorduk
hepimiz. Ben Komünist Partisi’nden yakalanmıştım. Komünist Partisi’nden kimseyi
idamla yargılamadılar. Çünkü ancak kurucuysan, yani 146’dan yargılanıyorsan
idamla yargılanıyordun. 141 ve 142 ise yönetici ve üye olma maddeleridir,
onlardan idam almıyordun. İdam için örgütü senin kurman lazım. Komünist Partisi
1920’de kurulduğu için bizim açımızdan öyle bir tehlike yoktu! Ama senin
yanında 16 yaşında, 20 yaşında insanlar idamla yargılanıyorlar. Ve
gelişigüzel... Şu an herkes nasıl terörizmle damgalanıyor, o zaman da herkes
"bir sınıfın diğer sınıf üzerinde tahakküm kurmasına yol açmak" ile
suçlanıyordu. 146 şu anda Özgür Gündem davasında yargılandığımız üç maddeden
biri aslında. Ama şimdi idam olmadığı için bizi ağırlaştırılmış müebbetle
yargılıyorlar.
MA: Bu, bir sınıfın diğer sınıf
üzerinde tahakküm kurmasını sağlamakla suçlanmak da gülünç değil mi? Yani
devlet de sınıfların varlığını kabul etmiş oluyor.
NA: Evet, ama mantık ararsan zaten
hakikaten gülmemiz veya komedi filmi çevirmemiz lazım. Şu anda da öyle.
"Üye olmamakla birlikte onun adına" diyor mesela. Yani üye değilsin,
ama onun adına bir şey yapıyorsun. "Adına" demek bir şeyi temsil
etmektir, değil mi? Dolayısıyla "adına" demek sen örgütü temsil
ediyorsun demek. Ama orada mantık aranamaz. Şu anda bu ceza maddelerinin hepsi
mantık dışı maddeler. O açıdan çok benziyor 12 Eylül’e.
MA: Tamamen hukuk dışı. Çünkü norm
yok.
NA: En önemlisi de hukuk
normlarının bizzat cezaya dönüştürülmüş olması. Çünkü mesela ağırlaştırılmış
müebbetle yargılanmanın kendisi bir ceza aslında. Sen doğrudan doğruya
cezalandırılmış oluyorsun. İdamı düşünün bir de. Yarın öbür gün beni idam
edebilirler duygusuyla yaşamanın bir ceza olduğu çok açık.
NG: Ağırlaştırılmış müebbet ile
müebbet arasında fark var, değil mi? Ağırlaştırılmış müebbet af gibi hiçbir
şeyi kapsamıyor.
NA: Onun koşullarını çok fazla
bilmiyorum, öğrenmeyi de hiçbir zaman istemedim açıkçası. Galiba dediğin gibi
herhangi bir af kanunu olduğunda ağırlaştırılmış müebbeti kapsamıyor. Ama şu an
zaten sadece müebbet verdiklerini hiç işitmiyorum. Herkese gayet standart
ağırlaştırılmış müebbet veriyorlar.
MA: Çünkü müebbet olduğu zaman bir
şekilde o 20-30 yıla iniyor, sonra başka indirimler de oluyor. Bu ceza, ceza
isteyenleri kesmediği için ağırlaştırılmış müebbet veriyorlar.
NG: Siz Bakırköy Cezaevi’ndeyken
kadınlar nöbet başlattı, kampanyalar yürütüldü. Diğer mahpus kadınlar ne
düşündü? Mesela "Biz yıllardır buradayız, ama bizim için hiçbir şey
yapılmıyor" gibi tepkiler geldi mi? Ya da "Siz çıkabilirsiniz, ama bu
kadınların nöbeti bizim için devam edebilir mi?" gibi. Çünkü belki de onu
yapmak lazım. İçeride hiç sesi duyulmayan ama aynı sebepten cezaevinde bulunan bir
sürü kadın var. Sekteye uğramış hayatlar var, çocuklar var. Öğrenciler var.
NA: Cezaevinde birlikte yaşadığımız
kadınlar bu konuda ikili bir duygu içinde oldular. Birincisi, bizim orada
olmamızdan ve dışarıdaki nöbetten mutluluk duyuyorlardı. Biz çıkarken
"Şimdi sizden sonra bize nasıl bir uygulama yapacakları şüpheli"
dediler. Oldukça insanî ilişkiler içinde olup bitiyordu her şey oradaki
güvenlik görevlileriyle. Hepsi kadındı. Sadece dışarıya gidip geldiğin
bölümdeki görevliler ve hastaneye ve mahkemeye giderken sana eşlik edenler
jandarmalar erkek. Onun dışında içerideki görevlilerin hemen hepsi kadın.
Onların iyi muamelelerini kadın mahkûmlar biraz bize atfediyorlardı.
Dolayısıyla biz orada olalım ve bizim üzerimizden belirli bir tepki oluşsun
istiyorlardı. Ama öte yandan bize gösterilen ilgiyle onlara gösterilen
ilgisizlik arasında hakikaten çok büyük bir eşitsizlik var. Bunun arkasında
trajik bir durum yatıyor. O da şu: Oradaki kadınları kabaca ikiye ayırabiliriz,
bir kısmı gerilla, bir kısmı da gelip bir ay, üç ay, bir yıl, iki yıl gibi
sürelerle kalan gelip geçici insanlar. Hepsi çok genç. Gerçi bazen gecekonduda
yaşayan teyzeler de geliyor. Onlara ‘anneler’ diyorlar.
NG: Onlar da mı siyasî sebeple
geliyor?
NA: Mesela HDP’nin mitingine
katılmış. Mesela birisi şöyle gelmiş; bir yerde bir pankart açılmış, işte
"Biji serok" diye. Polisler o civarda kim var kim yok toplayıp
getirmiş. HDP’ye sempati duyan gecekondulu kadınlar, anneler bunlar. Üç gün
kalan da, üç ay kalan da var. Sürekli bir dolaşım var yani. Onun dışında o eski
gerillalardan benim kaldığım koğuşta ikisi, bitişikteki koğuşta da birisi ağır
yaralıydı. Belki daha yirmilerinde bile yokken dağda yakalanıyor, vuruluyorlar. Onlardan birini (Jiyan Erdinç) gece gündüz düşünüyorum, ne yapabilirim diye.
Bacağında bir yarası var, çok büyük. Kemiği parçalanmış. Defalarca ameliyat
olmuş. Oraya bir protez koymuşlar. Onun arada bir değişmesi lazım. Bir de
başından yaralanmış olan Süreyya vardı. O da aynı şekilde yirmili yaşlarındayken
yaralanmış. Bu ikisi ağır yaralı olarak yakalanan kadınlar ve hiç bitmeyen o
acılarla yirmi küsur yıldır içerdeler. Gerçi en az aileleri kadar birbirlerine
iyi bakıyorlar. Birbirlerinin arasındaki dayanışma ve şefkat duygusu inanılmaz.
Çünkü geleceğe, her şeyin daha iyi olacağına inanan insanlar bunlar. Hep onu
düşünüyorum. Hayata dair bambaşka bir bakış açıları var. Eskiden beri gelen bir
inanış var, ta bizim zamanımızdan; militan bir örgüte üye olan insanlar da
sanki militarist olur, gibilerden. Oysa, kadın olmanın da getirdiği bir durum
belki, mesela şimdi senden benden çok daha fazla süsleniyorlar. Cezaevinin bir
kuaförü varmış. Ben hiç gitmedim ama zaten bildiğimiz kuaför gibi de değil
anladığım kadarıyla. Bu işten anlayan bir iki kadın herkesin saçını kesiyor,
yapıyor falan. Saçları gayet şık, giyimleri gayet düzgün. Yani dikkat
ediyorlar, gündelik hayata şehirde nasıl devam ediyorsak orada da öyle devam
ediyorlar.
NG: Baş etme yöntemi belki.
NA: Kesinlikle baş etme yöntemi.
MA: Hayata bağlanma.
NA: Tabii, hayata bağlanma,
geleceğe güvenme ve birbirine bağlanma yolu aynı zamanda. Biz hiçbir zaman tam
olarak onlardan biri değiliz aslında. Bize karşı da bir çeşit sahneye çıkma
duygusuna sahipler. Sonuçta biz onları anlayan insanlarız mutlaka, ama mesela haftada
bir gün slogan atılıyor. O sloganlara katılmadığımızı biliyorlar. Hatta
şaşırıyorlardı buna, "Siz niye katılmıyorsunuz?" diye soruyorlardı. Çünkü
örgütten olmayan pek çok genç insan da katılabiliyor. Yani biraz hayatın bu
tarafında olmak gibi bir duyguları var. Ama tabii bizim orada olmamız onlar
için bir çeşit sınav. Zaman içinde de açıkça söylediler zaten. Bize, biraz yaş
meselesini de dikkate alarak, misafir muamelesi yaptılar düpedüz. Mesela biraz
da yaşımdan dolayı bana koğuşu temizleme nöbetlerinde asla yer vermediler. Yani
böyle biraz ilkeli, her şeyi programla yapan, kendilerini hayata bağlayan
insanlar. O iki hastalarına da çok iyi bakıyorlardı. Bitişikte de PKK koğuşu
vardı. Orada da bir yaralı vardı. O tahliye oldu sonra. Ben tahliye olduktan
sonraki ilk Cumartesi günü Cumartesi Anneleri’nin eylemine gittim. En öne
oturttular beni. Bir baktım, sağımda bir koğuş arkadaşımın fotoğrafı, solumda
bir başka koğuş arkadaşımın fotoğrafı. Tabii bir sürü gazeteci falan var.
Mikrofonu aldım, ikisini de söyledim. Biri (Sibel Çapraz) kısa bir süre sonra
bırakılan arkadaş.
NG: Sağlık nedeniyle mi bırakıldı?
NA: Onu da sanırım göz önüne
aldılar, çünkü hakikaten onun yarası da çok
ağırdı.
NG: Peki dağda, çatışmada
yakalanıp neden Bakırköy Cezaevi’ne konuluyorlar?
NA: Bakırköy’e gelinceye kadar
arada bir sürü yıl ve bir sürü cezaevi var. Çünkü hiçbir cezaevinde seni iki
yıldan, üç yıldan daha uzun tutmuyorlar. Türkiye’deki bütün cezaevlerini
dolaştırıyorlar. Yani Bakırköy onlar için şimdilik son durak. Fazla şikâyetçi
değiller. Yani yönetimle karşılıklı bir anlaşma, birbirine saygı gösterme hâli
vardı. Yine de gerginlik olmuyor mu? Oluyor tabii. Örneğin şundan dolayı
oluyor: Her gün bir iki kere sayım alınır, kimsenin kaçıp kaçmadığını anlamak
için. Yönetim sayım olduğunda herkesin ortak alanda olmasını istiyor.
Koğuştakiler ise herkesin odalarında, bulunduğu yerde sayılmasını istiyor.
Dolayısıyla her sayımda olay çıkıyor, her iki taraf ısrarla kendi kuralını
hatırlatıyor. Onun dışında pek gerginliğe tanık olmadım. Ama hastane işleri çok
korkunç. Eğer hastaneye gitmen gerekiyorsa o arabalara biniyorsun, gittiğin
yerde randevu saatine yetişemeyebiliyorsun, doktor gelmemiş olabiliyor. Aslı
dört kere gitti hastaneye. Dördünde de doktoru göremeden geldi. İşte orada
arabanın içinde saatlerce bekliyorsun. Ancak doktor "Getirin" dediği
zaman seni arabadan çıkarıyorlar.
NG: Doktorlar nasıl davranıyor?
NA: Belirli sınırlar içinde
sanırım. Ben revirdeki doktora birkaç kez gittim, ilaç yazdırmak için. Bütün
doktorlar aşağı yukarı aynı mesafeyle davranır sana. Bir de hiçbir doktor seni
yalnız muayene etmez. Bakırköy’dekiler de öyledir, hastanedekiler de. Eski
tecrübelerimden ve arkadaşların anlattıklarından biliyorum. Yanında bir
güvenlik görevlisi kadın vardır her zaman.
NG: Televizyon var mıydı?
NA: Müşahade/tecrit hariç, her
koğuşta televizyon var. Belli kanalları açıyorlar. Ama tabii BBC vs yabancı
kanallar yok. Hangi kanalların olacağı yönetimin elinde. Onlar açıp kapatıyor
zaten. Belirli bir saatten önce televizyon yok. Ama senin elinde bir kumanda
var, o kanallar arasında seçim yapıyorsun.
MA: Sen çalışabildin mi? Yani
yazabildin mi?
NA: Epeyce not aldım. Dilbilim
okumaya devam ettim. Roman okudum. Ama mesela Bakırköy öncesinde kitap hazırlamaya çalışıyordum, onu devam ettirmeme
imkân yoktu, çünkü her şey kendi bilgisayarımdaydı. Orada bilgisayar yok. Dil
çalışmalarımdan çok ayrılmamaya çalıştım. Yanı sıra bir sürü şey okuyorsun tabii.
Kesintiye uğrayan, sistematik çalışmalar oldu.
NG: Polisler evden bu eşyaları
toplarken senin çalışmalarına bir şey olmadı inşallah?
NA: O konuda şöyle bir tuhaf durum
oldu; zaten ben o yüzden ortalıkta rahat dolaşıyor ve beni almayacaklarını
düşünüyordum. Ağustos 2016 ortalarında insanların evlerini ve Özgür Gündem’i bastılar. Onun dışında
künyeye bakmışlar ve orada danışman olarak da adı geçen kim varsa hepsini
aramışlar. Ve bir Necmiye Alpay’ın evini basmışlar, ama o başka bir Necmiye
Alpay! İstanbul’un öteki yakasında oturan 35 yaşlarında bir Necmiye Alpay
varmış. (Bunu da benim avukatım çok geç keşfetti. Dosyada gizlilik olduğundan,
önceleri ne var ne yok görememişti.) Biz Aslı’nın alındığını öğrenince seferber
olduk, yazarlar olarak protesto edeceğiz... Hatta Aslı’nın tutuklandığı gün
oradaydım. Şöyle düşündüm kendi kendime; benim eve gelen giden yok, ben de o
sırada İstanbul dışındayım. Bir okurum bana bir gün twitter’dan mesaj gönderdi
“Sabah gazetesi sizin arandığınızı
yazıyor, bu nasıl iş?” diye. Avukatımı arayıp haber verdim, gitmiş, sormuş
soruşturmuş, hiçbir şey öğrenememiş. Aslında Aslı’nın tutuklandığı gün
adliyenin önündeyken avukatlardan biri bana dedi ki “Savcı durmadan sizi
soruyor, bu kadın burada ne iş yapıyor, gazeteyi o mu yönetiyor?” “Ama benim
evime kimse gelmedi” dedim. Doğrudan suçlanıyor olsam benim evimin de basılması
lazım. Dosyada gizlilik kararı vardı, avukatlarımız uzun süre dosyayı göremedi.
Hukuksuzluk diyoruz ya, en önemli noktalardan biri bu: Dosyana gizlilik kararı
koyuyorlar, avukatın bile dosyada ne olduğunu görmüyor. Suçlanıyor musun,
suçlanıyorsan neyle suçlanıyorsun, dosyada ne deliller var, kiminle irtibatın
gösteriliyor ya da gösterilmiyor, bunları kimse göremiyor, ne sen ne
avukatın... Bizimki de aynı durumdaydı. Ben de şöyle düşünmeye başladım:
Aslı’nın benden farklı olarak gazetede epey yazısı var. Yazılarına taktıklarını
düşünüyordum. Avukatları da dört yazısına kafayı taktıklarını söyledi. Benim
ise dört yazım yok, bir yazım var, o da Nöbetçi Genel Yayın Yönetmeni olduğum
gün yazdığım yazı. Dolayısıyla beni almayacaklarını düşündüm. Sabah gazetesinde yayınlanan aranma
haberi de Özgür Gündem’in basıldığı
gün Eren Keskin’in, benim falan hepimizin adının olduğu bir habermiş. Avukatım
öğrenemedi. Ben de normal hayatıma devam ettim. Sonra bir gün Eren Keskin,
dosyayı gördüğünü, benim adımın da geçtiğini söyledi. Avukatım savcıdan randevu
aldı, birlikte gittik. Savcının ilk cümlesi her şeyi ortaya koyuyordu
zaten. Savcı, “Biz, Özgür Gündem’in
PKK’nın yayın organı olduğuna karar verdik” dedi.
NG: Yani hiç ifade vermeye gerek
yokmuş.
NA: Gibi bir şey. Dosyaya bir sürü
gazete nüshası doldurmuşlar, delil filan olmadığı için. Gazetede PKK’ya dair
çıkmış bir sürü haber, gazete nüshaları, yazılar, şunlar bunlar. Aslı’nın dört
yazısını koymuşlar, benim bir yazımı koymuşlar.
NG: Yani senin çalışmaların
kaybolmadı, bilgisayarına bir şey yapılmadı?
NA: Hayır, çünkü benim evime hiç
gelmediler.
NG: Hiç kadın savcıya, kadın
hakime denk geldin mi?
NA: Hayır. Sekreterler kadındı. Ama
23. Ağır Ceza’da yargılama başladığında bir duruşmada heyette kadın bir hakim
vardı. Heyetin başkanı değil de, üç kişilik hakim heyetinden birisi kadındı.
NG: Ben geçen gün bir şey
öğrendim, utandım da kendi adıma. Dışardaki kaynakların dediğine göre 70 bin,
Adalet Bakanlığı’nın dediğine göre 35.300 öğrenci varmış tutuklu. Üniversite
öğrencisi.
NA: Valla şaşırmam, çünkü galiba
toplam 190 bin civarında.
NG: Ne zaman alındılar? Ne ara
alındılar? Şimdi durumları nedir? Bir sürü şeyi biliyoruz ama bunlar hiç
konuşulmuyor.
NA: Konuşulmuyor, çünkü kamuoyu çok
kanıksadı artık. Biraz önce içerideki yaralı insanları konuştuk ya; 22-23
senedir cezaevindeler ve bu cezaevleri her zaman Bakırköy gibi de değil. Çok
korkunç koşullarda da tutulmuşlar. Ben oradayken Şakran’dan iki kadın
getirildi, orası için rezalet şeyler anlattılar. Bu biraz Bakırköy’de de
başlıyordu; aranırken seni soymaları filan gibi. Durum vahim, çünkü tutuklu sayısı
12 Eylül’ün rakamlarını çoktan aşmış vaziyette. Bence bir genel af çıkarmak
lazım. Herkes cezasını fazlasıyla çekmiş vaziyette. Bunu söylediğimde herkes
bana “sen ne diyorsun!” diyor. Bizim Barış Vakfı da zaman zaman bu tür şeyleri
nabız yoklayarak hükümete hatırlatmaya çalışıyor.
MA: Sanırım 12 Eylül’den farkı şu;
sonuçta o askerî bir rejim ve eninde sonunda bitecek, geçici bir dönem duygusu
vardı herkeste. Şimdi geçici olup olmadığını kimse bilemiyor.
NA: Gerçi 12 Eylül’de de dönemin
geçiciliği konusunda hiçbir garanti yoktu çünkü yıllarca kalmış askerî rejimler
de var. O zaman Kenan Evren söylemişti galiba, iki sene içinde gideceklerini. O
zaman dediğin gibi bir etki yaptı tabii. Bu sefer öyle değil. Çok daha
derinlere işleyen başka türlü bir şey var ve çok özdeşleştiriyorlar, yani
herkes terörist.
MA: Türk siyasetinde yakın zamanda
umut var mı sence? Çünkü başka bir söyleşide “Harcadığın çaba kadar umut etmeye
hakkın var” demişsin. Umut etmeye hakkımız var mı toplum olarak?
NA: O çok genel bir yargı. Az önce
çok önemli bir şey söylüyordunuz; içeride o kadar insan, o kadar genç olduğunun
farkında değildik diyordunuz. Çünkü bir kanıksama var.
MA: İnsan gerçekten kendinden
utanıyor.
NA: Evet, ben de kendimden
utanıyorum. Her seferinde kendi kendime bir takım soruları sorup cevaplarını
almaya çalışıyorum. Başka bir şey yapamaz mısın hakikaten diye soruyorum
kendime. Ve onun bir takım cevapları var. Mesela adınız Kürtçüye çıktıysa sizin
etkiniz azalıyor. Bunun gibi mazeretler bulabiliyorsun. Aslında mazeret
bulmaktan daha kolay bir şey yok dünyada. Ama toplumda demokrasi bilinci
hakikaten çok düşük ve buna sol bilinen, demokrasiye ihtiyacı olan insanlar da
dahil. Bizim sol kesime demokrasi konusunda hakikaten acımak mı lazım, yoksa
kınamak mı lazım, bilemiyorum. Bütün bunları
kat eden bir bilinç düşüklüğü var. CHP zaten malum, devlet partisi. Eğer
devlet CHP’nin elinden alınmamış olsaydı şimdi gösterdiği kadar demokratlığı
bile göstermeyecekti. Ucundan işte yüzde 5 demokrat sayarız CHP’yi en fazla. Gerçi
Adalet Yürüyüşü’nden beri demokratlık oranı biraz artıyor gibi.
NG: Adalet, ama eşitlik yok.
NA: Valla böyle baktığım vakit
umutlu olmak mümkün görünmüyor. Çünkü biraz özgürlüklerden falan bahseden
herkes belirli bir solun gözünde "liboş". Ne kadar çirkin bir şey!
Özgürlüklerden yana olmakla iktisadî liberalizmi aynı kefeye koyacak kadar
cahilce bir niteleme bu. Eskiden demokrat dediklerimize şimdi bir kısım sol
"liboş" diyor. Çünkü özgürlükle bir ilgileri yok. Özgür olmayı
istemiyorlar mı, bilmiyorum. Ve özgür olmayı istememenin sonucu bence
Sovyetlerdeki o kalıplaşmış, sosyalizmden başka her şeye benzeyen ve Çin’de de
sosyalizmden başka her şeye benzeyen o rejimleri mi hedefliyor bu insanlar
hakikaten? Ve işin ilginç tarafı, herhangi bir düşünce üretmeksizin. Kendisini
sosyalist sayıyor ama sosyalizmin birikmiş tecrübeleri konusunda herhangi bir
analiz ve o analize dayalı yeni bir perspektif getirmeksizin.
MA: Yerli ve millî sosyalizm!
Peki, şimdi çok başka bir şey soracağım. Sen hapishanedeyken çıkan haberlerde
hep dilbilimci Necmiye Alpay diye geçti. Bu seni rahatsız etti mi hiç? Çünkü
biz seni denemelerinden, edebiyat yazılarından da biliyoruz. Bazen insanın bir
vasfı biraz geride kalıyor. Hep dilcilikten bahsettiler...
NA: Aslında ben kendimi sıfatsız
saymak istiyorum. Kendimi kaçak da buluyorum biraz. Siyaset alanında böyle her
şeyden memnuniyetsiz olunca dile kaçmak, dilde memnuniyetsiz olunca edebiyata,
edebiyatta memnuniyetsiz olunca fiziğe kaçmışlığım bile vardır. Bir dönem
fizikle epey uğraşmıştım.
MA: Yani bir yerde kapanınca yeni
bir alan açmak için başka taraf. Bir de denemeci olmanın öyle bir yanı var. Her
tarafa bulaşma mecburiyeti hasıl oluyor. Ama doğrusu ben yadırgadım sürekli
dilci dilci diye okuyunca.
NA: Biraz gazete yazarlığım da dil
çerçevesinde oldu. On yıl Radikal’de...
Milliyet’in kitap ekinde daha çok
şiir üzerine yazdım ama onu kimse okumadı galiba, çünkü Milliyet Kitap pek okurların ilgilendiği bir gazete eki değil. Bir
de yayınlanmış üç kitabımdan ikisi dil hakkında. Dil alanında tanıdı insanlar
beni. Bazen adım falan geçecekse soruyorlardı sıfat olarak ne kullanalım diye.
Ben "dilci" diyordum hep. Bazıları "dilbilimci" diye
düzeltiyordu. Öyle kaldı, ben de artık vazgeçtim düzeltmekten.
NA: Şimdi ne yapıyorsun? Yeni kitap
hazırlığı mı?
NA: Dilbilimcilik yapıyorum
bugünlerde. Madem toplum arkamdan ittirdi beni, dilbilimcilik yapıyorum. Yeni
kitap olur mu, bilmiyorum, ama kafayı taktığım çok belirli bir şey var. Aslında
çok şey var kafayı taktığım. Bir de böyle çok şeye kafayı takmak moralini de
bozabiliyor insanın. Bu çok eski bir takıntım benim; kısırdöngü olayına
takıyorum kafamı. Fakat bu da mantık çalışmamı gerektiriyor. Çünkü kısırdöngüyü
ciddiye alıp üzerinde çalışmış tek disiplin mantık, ne yazık ki. Halbuki ben
dil dahil olmak üzere daha sosyal alanlarda bu kısırdöngü meselesi üzerinde
yeterince çalışılmadığını düşünüyorum. Daha doğrusu benim kafamda büyük bir
soru o; dönüp dolaşıp kısırdöngüye giriyor düşüncelerimiz.
MA: Sonsuz tekrar. Yani verimsiz
bir şey.
NA: Evet, zaten oradan öteye yol
yok. Böyle şeyleri not almıştım. Zaman zaman çıkar karşıma, hep derim, “Yahu
işte bu kısırdöngü, bunu nasıl kimse görmüyor?” diye. Nereye varacağım,
bilmiyorum. Mantık çıkınca karşıma moralim bozuluyor. Ben mantık dilini ne
yazık ki oturup öğrenmedim. Bir alana ilgi duyuyorsan o alanın dilini öğrenmek
zorundasın.
MA: Burada zor olan şu: Mantık
dilini bilenler, bu dilin gündelik hayattaki karşılıklarını aramıyor ve
bulmuyorlar. Dolayısıyla işlevsel olmuyor.
NA: Bağ kurulmuş olmuyor.
Uğraşmıyorlar. Ama orada büyük bir toplumsal dram yatıyor. Toplumsal dilbilim
diyorlar. Toplumsal dilbilim ile birazcık ilgilenmemin nedeni budur. Meslekten
dilbilimci olanlar anadil denen kavramı örtmek için böyle bence utanılacak
tavırlar içinde olmuşlardır. Argoyu yanlış saymak mesela düpedüz bilinç
eksikliği. Argo dilin...
MA: ...Laboratuvarıdır.
NA: Laboratuvarıdır. Katmanlarından
biridir. Her dilin çeşitli katmanları ve toplumsal tezahürleri vardır ve argo
onlardan biridir. Bu kadar açık bir gerçeklik. Standart dil diye bir şey var
her dilin hayatında ve özellikle modern dönemlerin eseri olan standart dil.
Bunları konuşmak yerine, neyin yanlış neyin doğru olduğu konuşuluyor ve bunu en
beklemediğin insanlar yapıyor.
MA: Deneme ve eleştiriye gelelim
mi?
NA: Aslında iki proje kafamda ve
bilgisayarda dolanıp duruyor. Şiir hakkında epeyce yazı yazdım. Onları bir
çeşit antalogya diye bir şey yapsam fena olmayabilir. Çünkü neredeyse bütün
Türkçe şiir tarihini kateden yazılar oluşmuş. Ona kitap olarak yakından henüz
bakmadım. Kafamda bir plan yaptım ve yazıları onun içine doldurdum. Bunu
yaparken o şiirin ne’liği, tabii dil ile bağlantılı, bir taraftan bütün o
edebiyat kuramlarıyla bağlantısı filan, o da ayrı bir kitap gibi çıktı karşıma.
O konuda da kısmen yazılmış, kısmen not alınmış bir şeyler var. Onlar orada
öylece var ama nereye varır bilmiyorum. Şimdi dil yazılarının ikinci cildini
toparlayıp verdim. Onun adı herhalde Dil
Meseleleri olacak. Şimdi en çok çalışmak istediğim şey dil konusundaki iki
farklı yaklaşım... Hani bu kitap mı olur, yazı mı olur, yoksa hiçbir şey olmaz
bana mı kalır, bilmiyorum, ama buna ihtiyacım var.
MA: Peki, başka bir şey sorayım;
kısırdöngü meselesi, dil, eleştiri, deneme... bütün bunların devrime faydası
ne?
NA: Ne güzel soru! Devrim
konusundaki fikrimi soruyorsan, söyleyeyim.
MA: Evet, soruyorum.
NA: Devrimleri hiç kimse yaratamaz
kanaatindeyim ben. Devrimsel kalkışmaları hiç kimse yaratamaz. Dolayısıyla
devrimi başlatmak konusunda hiçbir teori veya görüş etkili olamaz. Buna
karşılık, başlamış çeşitli devrimsel hareketlerin belirli sonuçlara ulaşması ya
da gelişmesi belirli birikimlere ihtiyaç duyuyor. Buna bence dil de dahil.
Bence bizim her zaman çok net göremediğimiz birikimlerdir devrimi yapan.
Sanırım 70’li yıllardı, bir öğrenci toplantısı hatırlıyorum. Tiyatro lafı
açıldı, nereden açıldıysa. “Tiyatroyla devrim mi olur” dedi biri. Ben de “Tiyatroyla
devrim olmaz ama, devrim tiyatrosuz da olmaz” dediğimi hatırlıyorum. Hakikaten
öyle düşünüyordum. Yani bilinen bilinmeyen bir sürü şeyin katkısıyla, ortak
birikimiyle oluyor. Bu bana ait bir görüş değil, keşke önce ben söylemiş
olaydım! Sovyetler Birliği, Fransa, hangi devrimi alsan, devrim öncesi
kaynıyor, özellikle kültürel alan. Biz daha çok işçilere vs bakarız ama... O
devrimsel hareket nereye doğru gelişir, nasıl bir sonuç verir? Aslında
bitiyorlar. Yani devrimler biraz aşk gibi. Parlayıp sönen türde şeyler. Troçki’nin
bir sürü yanından hiç memnun değilim, ama sürekli devrim fikri en doğru gelen
fikir... Bir klişe daha var ya; insan devrimi yapmaz, devrimin kendisi olur,
insanlar böyle bir bakışa ulaşmadan devrimler şimdiye kadar olduğu gibi olacak.
Yani olacaklar, ama orada bitecekler sonuç olarak.
MA: Bir de kazara olan devrimler
var. Kendi kendine. Ancak olduktan sonra, uzun bir süre sonra fark edilen
devrimler. Kafalardaki devrim. İnsanların birbirleri arasındaki ilişkiler de
dahil bunlara.
NA: Mesela feminist devrim diye bir
laf yok, ama aslında çok etkiledi feminizm dünya düşünsel tarihini.
MA: İşte onu kastediyorum. Yani bu
bütün bakışı değiştiren bir şey. Büyük bir arbedeyle olmuyor. Yavaş yavaş,
nüfuz ederek...
NA: Üstelik en kuvvetli hareket
olarak da devam ediyor hâlâ kadın hareketi. Burada da birçok şeye vesile
oluyor. Daha cesur kadınlar. Daha mücadeleci. Çok öldürülüyor ama kadınlar.
Neredeyse hayat hakkı tanınmayacak gibi. Üstelik de dile getirilmese bile
geleneksel yapının cenderesi kendisini hep hissettiriyor hayatlarımızda.
NG: Ben şunu merak ediyorum:
Türkiye’de kadın romancı oranı, şiir yazan kadın sayısı, bir toplantı, seminer,
çalıştay, bunlara çağırılan kadınların oranı konusunda bir fikrin var mı? Çağırılırlar mı? Ciddiye alınırlar mı?
NA: Bence ideolojik kadın veya
ideolojik erkek olmak diye bir şey var. 80’lere kadar. Gülseli İnal ile Lale
Müldür, bunlar ilk defa daha az erkek... Gülten Akın epey erkek ideolojisi
çerçevesinde. Bütünüyle değil ama 80’ler, 90’lar ve daha sonrası kadın olayı
tam bir patlama içerisinde ve cinsiyetçiliği biraz bertaraf ediyor. Hele şimdi
mesela Didem Madak’tan vs sonra. Yirminci yüzyıl başlarında Avrupa’da bir kadın
şair patlaması yaşanıyor. O patlamaya benzer bir patlama Türkiye’de 80’lerde,
90’larda ve şimdi yaşanıyor. Kademe kademe ve çok sayıda, çeşitlilikte bir
kadın şiiri var. Kimisi kadın şair denmez, kadın şiiri denmez diyor. Bir sürü
tartışma ve bununla ilgili kitaplar var. Resim alanındakini, sanat alanındakini
çok fazla bilmiyorum. Kadın ressamlar diye bir yıllık var benim evde. Ama
resmin bundan ötesine dair tartışmaları çok bilmiyorum. Aslında bütün bunların
kadın olmayı yüceltme yönünde gelişmesi bana çok iyi gelmiyor. Bir parça sınıf
meselesiyle paralellik kuruyorum. Yani şimdi proletaryanın da öyle çok
özenilecek bir hâli yok. Akşama kadar canı çıkıyor işte, ondan sonra ne
düşünmeye vakti kalıyor ne de başka bir şeye. Akşam posa halinde yatağa, sabah
tekrar işe. Bir de proletaryanın proletarya olarak kalmamasını hedeflemek doğru
olur gibi düşünüyoruz ya. Benzer bir şeyi kadın sorununda da düşünmeliyiz;
cinsiyetsizlik hedeflenmeli. Yani komünist toplumun karşılığı cinsiyetsiz
toplumdur. Toplumun sana dayattığı kadınlık değil. Dolayısıyla bir kurumun
başına bir kadının gelmesi çok fazla kurtarıcı bir durum olmuyor. Çünkü o kadın
erkek ideolojisiyle gelebiliyor.